29 Ağustos 2009 Cumartesi

HİKAYELERİYLE
TEKE YÖRESİNİN BAŞKENTİ
BURDUR TÜRKÜLERİNDEN BİR DEMET ÇEŞİTLEME

Prof. Dr. İSA KAYACAN
Teke Yöresinin Başkenti; efelerin harman olduğu yer olarak bilinen Burdur’da en ağırından, en hızlısına zeybek türleri, oyun havaları ve oyunlar dikkat çeker.
Burdur’da türkülerle oyunlar iç içedir. Her türkünün, her havanın bir oyunu vardır. Bunun en özgün örneği Teke yöresi türküleri ve oyunlarıdır. Teke havasının çoğunluğu oyunlardır. Yörenin en tipik oyunu zeybektir.
Hikâyeleri bugün de dilden dile dolaşan ünlü türkülerin sayısı oldukça fazladır. Bunlardan, “Beyköylü Ali Bey” “Tefennili Ali Bey” ve “Kemerli Gaz Amat” Hamit Çine’nin 1989 yılında yayınladığı “Burdurdan Damlalar” adlı kitabıyla, İsa Kayacan’ın Ocak 1991’de genişletilmiş 2. baskısını yayınlandığı “Burdur Hatırlamaları” adlı kitabıyla yine İsa Kayacan’ın Ağustos 2005’de yayınlandığı “Burdur’un Saz ve Söz Ustaları” adlı kitaplarında uzunca bir yer tutmaktadırlar.
a) Halk müziği. Burdur halk müziğinde Ege Bölgesi özellikleri ağır basmaktadır. Teke havaları yörede geniş bir alan meydana getirmektedir.
b) Ünlü Türküler: Burdur’un köylerinde yakımlar, düğün havaları, eşkıya havaları, Afşar Beyleri, uygulamalı havalar (Varyantlar) ve teke havaları çalınır ve söylenir.
c) Yakımlar: Çoğu kez kimlikleri bilinmeyenlerce söylenir. Kaza, su baskını, öldürme, anasız-babasız kalma, zorla evlendirme, kız kaçırma, kızın sevdiğine kaçması, oğlanın sevdiğinin başkasına kaçması, sıla ve askere gitme gibi olaylar üstüne yapılan ezgilerdir. Arvallı köyünden “Hatça” Türküsü bu türün en güzel örneklerindendir:*Denizin dibinde Hatçam demirden evler,
Ak gerdanın altında da çiftedir benler,
O kınalı parmaklarda o beyaz eller,
Yolcuyum yolumda eyleme dilber.
*
Ovalara duman çökmüş görmedin mi?
A kız kendi saçını örmedin mi?
Alçaklara karlar yağmış, yükseklere buz,
Gel sarılalım yatalım ince belli kız.
*
Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor,
Hatçayı görenler sevdalanıyor.
*
d) Düğün Havaları: Yörede çokça rastlanılan gelin okşama, gelin alma, gelin karşılama, kına havaları bu türdendir.
e) Eşkiya Havaları: Günümüzde ya da önceki yıllarda şakilik, zaptiye ve öldürme olaylarını konu alan havalardır. Milli Kurtuluş Savaşına katılmayan efelerce benimsenmiş, Bucak türküleri bunlara örnek olarak gösterilebilir;
*
Asarın alçakları,
Poçumun saçakları,
Gene nereye basmış,
Bucak’ın kaçakları?
*
Hükümetin kapıları burmalı
Kel Mahmut’u kurşun ile vurmalı...
*
Bunun dışında Tefenni’nin “Şu Çavdırın hanları” , Kemer’in “Kaz Ahmet, Gaz Amat” türküleri, eşkıya türkülerinin örneklerindendir.
f) Afşar Beyleri: Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri olan Afşarlarından gelen (Avşar) gurbet havalarımızın şahı, tarihsel bir yiğitliği, heybetliği aşkı ve güzelliği geçmiş asırların derinliklerinden tüm tazeliği ile günümüze kadar getiren, duygulandıran ve doyuran bir ezgidir.
Bunlar uzun hava türü olup, Afşar beyleri üstüne yakılmıştır. Acıpayam ve çevre köyleriyle tüm Burdur köylerinde söylenir. Afşar düzeniyle ve özel çırpma (tezene) mızrapla çalınıp söylenmektedir. Bu türe verilebilecek en iyi örneklerden:
*
Adını da sevdiğim Afşar Beyleri,
Sizede bir vezirlik yakışıp duru.
Topla dizgini tanı kendini,
Karşıda düşmanların, bakışıp duru.
*
Kar mı yağmış şu Afşar’ın düzüne,
Sızılar mı inmiş kıratımın dizine,
Selam söyleyin Afşar beyin kızına,
Kendi güler, beni cığlatıp duru.
*
g) Oyun Havaları: Teke oyunları ağır ve kıvrak zeybekler, kırık havlar, uygulamalı oyun havları ve teke oyunlarının tümüdür. Kırık ve Teke havalarını kadınlar güzel oynar. Oynadıkları Teke Zortlaması, tepsi tencere kapağı, leğen darı ve dümbelek gibi sazlarla çalınıyorsa buna “Dımıdan” denir.
ğ) Gurbet Havaları: Ölçüsüz ve özgür dizinde, ağıt duygusu uyandıran ezgilerdir. Genellikle Teke oyunları ve Teke zortlamalarından önce çalınır. Ali Bey, Güllük dağı, Sürmelim, Gurbet, Yol Havası, Haydülen, Ümmü, bu havalara örnek gösterilebilir.
Burdur ve Teke yöresinin müzik folklorunda karakteristik bir yeri olan gurbet havaları, yöre halkının çeşitli sosyal olaylara karşı fazla duyarlılığını ortaya koymaktadır. Eğer olaylar, aşkı, yiğitliği, ayrılığı ve ölümü dile getiriyorsa, yakımlar, yaslar, zamanın akışı içinde dilden dile kulaktan kulağa türküleşiverir.
h) Tekelioğlu (Haydulen): Klasik gurbet havalarımızdan biri olup, Teke beylerinden birinin yiğitliğini ve korkusuzluğunu anlatır. Tekelioğlunun düşmanlarından birisi, yörenin güzel kızlarından birini kaçırır. Kızı aramaya Tekelioğlu’da katılır. Kızın ölüsü bulunur. Olaya çok üzülen Tekelioğlu, kır atına binerek kaçıranı yakalar ve öldürür. Beş bölümden meydana gelen gurbet havasının ilk bölümü şöyledir; Haydulen:
*
Alt yanım deniz de üst yanım balkan,
Kır atın boynunda yaldızlı kalkan,
Üstüme de gelmesin ölümden korkan.
*
Tekelioğlu deye ünüm (namım) var benim,
Alabıçak üstünde şanım var benim,
Çekerim bıçağı zorum var benim.
*
ı) Güllük Dağı: Asırlar öncesinin millet birliğini, yurt bütünlüğünü ve sevgisini, geçmişin temiz duygularını dile getiren bu ezgi, gurbet havalarımızın klasik türkülerinden biridir. İki bölümden meydana gelmekte olup, birinci bölümünde şöyle denilmektedir:
*
Güllük dağındadır bizim yurdumuz,
Bir dağılır, bir toplanır ordumuz,
Bir orduya bedel gelir dördümüz,
Arkam Allah, kalem sensin Bey dağı
Seyre geldim Güllük dağı, Bey dağı.
*
1- A) BEYKÖYLÜ ALİ BEY:
Hikâyenin başlangıç tarihi aşağı yukarı 1835-1840 yılları. İncir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle ve tahriklerle olaylar zinciri büyütülmüş bir eşkiya veya halkın deyimi ile bir efe türemiştir.
Bugün büyük bir kasaba olan ve Tefenni’ye 15 km. uzakta bulunan Beyköy, 150 yıl önce küçük bir köy idi. Aynı yıllarda Tefenni de bir köy görünümünde olup, çevre yerleşim yerlerinin ortasında bulunduğu için merkez durumda idi. Tefenni’de zamanın beylerinden ve Çömekoğulları’ndan Hacı Mehmet bey bulunmaktaydı. Hacı Mehmet Bey, hem çevrenin sorumluluğunu yüklenen hem de padişaha bağlılığı ile tanınan bir idareciydi. Diğer köy ve çiftliklerinin yanında Beyköy ile de ilgili olup, ayrıca Beyköy’de, yakın akrabalarından olan kişiler oturmakta idi. Olayın kahramanı olan Ali bey bunlardan biri olup, yeğeni durumundadır.
Ali Bey, 23-24 yaşlarında, uzun boylu ve yakışıklılığı ile tanınan çalışkan bir delikanlıydı. Köy kızlarının gönlünde taht kuran Ali Bey’e emekli zaptiye çavuşu İbrahim’in kızı yanmış tutuşmuştur. Kız, birkaç kere Ali Bey’in yoluna çıkmış konuşmak istemiş veya konuşmuştur. Bu hareketleri ile dile düşen kızın babası İbrahim, Ali Bey’e baskı yaparak kızının güya namusunu temizlemesi için onunla evlenmesini istemiş ve bunu birkaç defa tehditlerle tekrarlamıştır. Ali Bey, kızla ilgisi olmadığını yeminli kasemli söylemesine rağmen bir türlü inandıramamıştır. Emekli olduktan sonra Tefenni’de nüfus işlerine bakan zaptiye çavuşu İbrahim, Hacı Mehmet Bey’e haber vermeden, eski bir ordu mensubu olmasına güvenerek, Konya Valisi’ne şikâyette bulunmuştur. Kısa bir süre sonra Burdur’dan gelen zaptiyeler Ali bey’i tutuklamak istemişler, bunu öğrenen Ali Bey çevreninde yardımıyla kaçmıştır. Bütün aramalara rağmen bulunamayan Ali Bey, dağa çıkmış eşkıya olmuştur artık. Ara ara Kaş’a kadar inerek zenginlere baskılar yapmış, fakir fukarayı gözetmiş ve çevreye ününü duyurmuştur. Uzun zaman Elmalı’nın Beyler Köyü Ağası Sarıbeyzade Mehmet Bey, Ali Bey’i misafir etmiş ve korumuştur. Konya’dan kesin talimat alan zaptiyeler, Ali Bey’i yakalayamayınca ağabeyini tutuklayıp Antalya Hapishanesi’ne kapatmışlardır. Durumu iyice vâkıf olan Hacı Mehmet Bey’in kendisini affettireceğine dair teminat vermesine rağmen Ali Bey düze inmemiştir. Ağabeyinin tutuklanmasından dolayı başçavuşa iyice kinlenen Ali Bey, herkes tarafından korunur ve sevilir olmuştur. Bu arada Ali Bey’e iki de kızan katılmıştır. Bunlardan biri Nuri, diğeri de, ailevi nedenlerden dolayı aralarında husumet olan ve dayısına karşı çıkan, başçavuşun yeğeni Arap’tır. Ali Bey’in yanında sevdiği kadın Fatmana’da vardır. O’nu yanından hiç ayırmaz.
Beyköy’ün birkaç km. batısında “Balık boğazı” denen bir vadi vardır. Vadinin güneyinde boylu boyunca uzanan kayalık bir tepe (Ali Bey Taşı), tepenin başladığı yerde “Çatal değirmen” (iki boyalı) ve onun biraz ilerisinde, kayanın altında mağara bulunmaktadır. Değirmeni döndüren dere mağaranın önünden geçmektedir. Ali Bey ve yanındakiler, çok zaman, kimseden habersiz bu mağarada saklanırlar. Böyle bir durumda Nuri ile Arap nöbet tutarlardı. Bugün “Ali Bey Taşı” denen o kayalığın dibindeki “Çatal değirmen” ve mağara bugün de yerli yerinde durmaktadır.
Ali beyin ağabeyi, Antalya hapishanesinde iken Antalya valisi ile konuşmak istemiş, bir tatil günü valinin evine götürmüşler. Vali’den kendisini bırakmalarını istemiş, yalvarmış, “Beni bırakmazsanız Ali Bey başçavuşu öldürür, hemde yakarak öldürür” demiş, inandıramamıştır. Birkaç gün sonra başçavuşun yakılarak öldürüldüğü haberi gelmiştir.
Hergün atıyla Tefenni’deki görevine gidip gelen başçavuşu, “ Kuru kuzu” mevkiine yakın bir yerde beklemeye başlamışlar. Akşamüstü, başçavuşun önce atını öldürmüşler sonra kendisini armut ağacına bağlamışlar. Başçavuşun yalvarmalarına aldırmayan Ali Bey mavzerini ateşlemiş, Arap, Ali beyden aldığı emir üzerine ağlayarak çalı çırpı toplamış ve dayısının etrafına sıralamıştır. Başçavuşun bağırması, yalvarması ayyukaya çıkmış, Arap da çalıyı tutuşturmuş. Başçavuş yanarak ölmüş, bu olaydan sonra Ali bey’in ağabeyini hapisten çıkarmışlardır.
Hacı beyin eli ayağı bağlıdır. Bu olaydan sonra padişah tarafından gelen son emirle Hacı beyden Ali beyin kellesi istenmektedir. Üzülerek Ali beye haber gönderip, teslim olursa affettireceğini bildirir. Bol ağaçlıklı vadisiyle ve mağarasıyla, emniyetli ve gizlenmeye en uygun yer olan “Balık boğazı”ndan Hacı bey dayısına, teslim olmayacağını, gelip kendisini teslim almasını cevaplar. Anlatılanlara göre, Hacı beyin gelmesini emniyet bakımından istemiş olup, Hacı bey, silahlı adamlarıyla “Ballık boğazı”na vardığında kuşluk vaktidir. Nuri mağaranın yakın bir yerinde, Arap da “Ali bey taşı” nın üzerinde nöbettedir. Ali bey, mağarada, sevdiği kadını Fatmana’nın dizinde uyumaktadır. Fatmana, mağaranın önünden, geçen derenin bulandığını görür. Suyun bulanması hayra alâmet değildir, bundan “Çatal değirmen”in yanından atlıların geldiği anlaşılmaktadır. Ali bey toparlanır, mavzerini alır, mağaranın ağzına yakın çıkar. Fatmana, çıkmaması için yalvarır önüne çıkıp engel olmak ister. Bu arada Hacı bey ve adamları mağarayı sarmışlardır. Hacı bey bağırarak dayısı olduğunu, mavzerinin mekanizmasını da çıkarıp atmasını, teslim olmasını ve kendisine bir kötülük yapılmayacağını söyler. Ali bey, “mademki böyle diyorsun çıkıyorum dayı” der. Ali bey çıkarken, Fatmana kendisini o’nun önüne atıverir. O sırada Hacı bey adamlarına işaret etmiş bulunur (göz eder) silahlar patlar, önce Fatmana sonra da Ali bey vurularak öldürülür. Anlatılanların bir kısmına göre, Arap taşın başında iken telaşından büyük taşları aşağıya düşürmüş, bu taşlardan birisi de aşağıdaki Nuri’nin başına isabet ederek ölümüne sebep olmuş. Kimine göre de Nuri, aynı gün vurularak öldürülmüş. Arap ise, hapiste yattıktan sonra uzun zaman yaşamış.
Ali beyin kellesi kesilerek aynı gün, atın terkisinde Burdur’a götürülmüş. Söylentilere göre ağıtını kız kardeşleri yakmışlar. Zamanın akışı içinde, dilden dile, kulaktan kulağa yayılarak, halkın duygularını yansıtan bir gurbet havası olmuş.
Padişaha bağlılığını böyle ağır bir yükle acıyla ispat eden Hacı beye bir elçi, kılıç ile beraber paşalık rütbesi getirir. Hacı bey, yeğeninin kanı üzerine böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini söyler. İkinci kez gelen elçi, padişahtan muhakkak bir dilekte bulunacağını iletir. Tefenni’nin kaza olması dileğinde bulunur. Tefenni böylece kaza olur.
Ali beyin türküsü 12 dörtlükten meydana gelmektedir. İlk ve son dörtlükleri şöyledir.
*
Ali beyim taştan çıktı parladı,
Sakalı yok, bıyığı terledi,
Yavuklusu karşı çıktı ağladı,
Gitti gençlik der der ağlar genç Ali.
*
Ali de beyim de koya komuş fesini,
Yüksek kayalarda duydum sesini,
Gelinlerin de nesini tuttun nesini,
Ali beyim der der ağlar anası.
*
B) ALİBEY TÜRKÜSÜNÜN GERÇEĞİ:
Burdur- Tefenni bölgesinde destan yazan ve yazdıran Ali bey hakkında, uzun süre Beyköy Belediye Başkanlığı yapan, İsmail Aşçı’nın görüşleri; Bölgemizde bir tarih, bir destan, bir roman yazdıran Ali bey üzerindeki yorumları gelin hep beraberce dürüst ve doğru bir şekilde toparlayalım: Ali bey bu bölgede bir destan yazdırmış hakiki bir Batı Akdeniz delikanlısıdır. Şimdiye kadar çok şey dendi ve yazıldı. Yazarlar ve program yapımcılarına verilen ifadelerde Ali beyin eşkıya olduğu, efe olduğu söylendi. Ben Ali bey’in eşkıya olmadığını iddia ediyorum. Ali bey’in dosyasını açıyorum, baştan sona inceliyorum. Dosyasında bir tek ölüm buluyorum, diğer yorumlar hep uydurmaca. Ali bey’in tek suçu sevmektir. Ne geldiyse başına bir kıza âşık olmasından gelmiştir.
O zamanlarda görücü usulü ile evlenmeler vardı. Ali bey’e dayısı Hacıbeyin kızına söz kesilir, söz kesildikten sonra Ali bey bir ara dayısının kızını görme fırsatını yakalar ve gönül buya kızı beğenmez. Aynı köyde yani Beyköyde Zekiye adlı kızı görür ve âşık olur, dayısının kızından vazgeçer. Zekiye ile anlaşarak dağa kaçarlar. Zaptiye (şimdiki adıyla karakol) bunların peşine takılır. Dayısı Hacıbey’de bu çevrenin sözü geçen eşraflarındandır. Orası senin burası benim derken aylar geçer. Bu arada Başçavuş lakabını taşıyan birisi yakalanması için devamla Ali bey’i Tefenni’deki makamlara şikâyet eder. Ali bey defalarca başçavuşu, “yapma şikâyet etme beni, benim kimseye zararım yok” dediyse de bir türlü dinletemez. Eh insan her zaman pekmez küpü gibi olmaz ya, birde sirke küpü gibi oluverir, zaten ne olursa da o zaman olur.
Ali bey başçavuşu atı ile diri diri yakar, dosyasındaki tek ölüm hadisesi de budur. Ve neticeye doğru gelindiğinde dayısı Hacıbeyin kızını almadığı için dayı ona ayrıca bir kin besliyor tek düşündüğü Ali bey’i öldürse de kin ve intikamını bir alsa. Dayısının da yardımı ile Ali bey’i Ballık mevkiinde kıstırırlar. Ali bey’e teslim ol sesleri duyulur. Bu sesler arasında Ali bey dayısının “Çık Ali bey ben varım seni vurdurtmam” sözüne güvenir ve teslim olmaya karar verir. Fakat Zekiye durumu sezer. “Alim teslim olmayalım” diye yalvardıysa da yalvarmalar boşa gider. Ali bey Zekiye’yi dinlemez. Teslim olmak için çıktığı sırada vurulur. Onunlada kalmaz, başını boynundan kesip Burdur’a götürürler. Ve ardından maniler, türküler yakılır. Ali bey olayının özü hakikisi budur.
*
Ali beyim taş başında oturur,
Keklik yavruları suya götürür,
Çok seviler tez ayrılık getirir,
Gitti gençlik der de ağlar genç Alim.
*
Beyköyü’nün üstünde bir bulut uçtu,
Alibey’in kellesi Burdur’a düştü,
Bunu görenlerin tebdili şaştı,
Gitti gençlik der der ağlar genç Alim.
*
Çatal değirmenlerin suyu bulandı,
Zekiye’nin saçları al meşelere dolandı,
Ali beyim öldüğüne kalbim inandı,
Gitti gençlik der der ağlar genç Alim.
*
Ali beyim kuşluk tuttu güreşi,
Terkiye astılar gövdesiz başı,
Alimin haline ağlar her kişi,
Gitti gençlik der der ağlar genç Alim.
*
Ali beyim oldu kurbanlık koyun,
Hacı bey dayı senden gitti bu oyun,
Ben gittim Zekiye’yi dipdiri mezara koyun,
Gitti gençlik der der ağlar genç Alim.
*
2- TEFENNİ’Lİ ALİ BEY
Tefenni’nin kalbur üstü ailelerinden birinin oğlu olan Ali bey, asabi mizaçlı olup, kumara düşkünlüğü ile tanınırdı. Bu nedenle zaman zaman ailesi ile arası açıldığı da oluyordu. Bazı akrabalarına kin güttüğü söyleniyordu. Bunlardan biri de Tevfik bey idi. Bir gün, Ali beyin hayvanları Tevfik beyin ekinini zarara sokmuş. Tevfik bey de haklı olarak, geleneğe ve töreye göre, zarar ziyan kesilinceye kadar hayvanları kapatıyor. Ali bey de kapatılan yerden hayvanlarını çıkarmak istiyor ve gece gelip kapıya dayanıyor. Tevfik bey pijamalı olarak aşağıya iniyor ve engel olmak istiyor. Bir müddet ağız münakaşasından sonra Ali bey bıçağı savuruyor. Tevfik bey bıçağı eliyle karşılayıp tutuyor, fakat Ali bey çekince, Tevfik beyin eli sakatlanıyor. Ali bey daha sonra 10 bıçak daha vuruyor. Olaya şahit olan, Çaylı’lı Hüseyin’in (daha sonra Çaylı’lı Hüseyin efe olacaktır ve kaynak kişilerimizden birisidir) teyzesi Haçca, Ali beyin kafasına odun vurarak etkisiz hale getirir. Tevfik bey yaylı araba ile 10 saatte Burdur Hastanesine getirilir ve devrin ünlü doktoru Burdur’lu Zekâi bey tarafından tedavi edilir. Ali bey ise bu suçundan 3 sene hapis yatar. Daha sonraları kumara para yetiremeyen Ali bey, üvey annesinin altınlarına ve parasına göz diker, bu nedenle yaptıkları kavgaların birinde babasına silah çektiği söylenmektedir. Böylece aileden de tamamen kopan Ali bey, bir müddet daha kirli işlerle uğraşmıştır.
Ali bey, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Denizli karakolunda jandarmadır. Yöreyi iyi bildiği için, Çavdır karakoluna evrak götürmek görevi kendisine verilir. Ali bey, mavzeri omzunda Denizli’den ayrıldıktan sonra Kızılhisar yakınlarında, o tarihlerde hükümet kuvvetlerince aranan devrin azılı eşkiyalarından Dinar’lı Koca Mustafa’nın adamları tarafından önü kesilir. Ali beyin, kendisini arayan jandarmalardan olmadığına ve görevle Çavdar’a gittiğine inanan Koca Mustafa, kendilerini gammazlamaması için Ali beyden söz alır ve bırakır. Fakat bu olayı uzaktan gören bir köylü hemen durumu ilgililere bildirir. O günlerde oralardan geçen Jandarmanın Ali bey olduğu tesbit edilir. Bir müddet sonra Denizli’ye dönen Ali bey, Karakolda sıkıştırılır ve nezarete atılarak dövülür. Yediği ağır dayağa rağmen Koca Mustafa’nın yerini söylemez. Bu sorgulama, sık sık ve dayak atılarak tekrarlanır. Ali bey bir fırsatını bulur ve mavzerini alarak kaçar. Kaçış o kaçıştır. Baskınlar, soygunlar ve kadın kaçırmalarla çevreye kısa zamanda ününü duyuran Ali bey, tek başına etrafa korkulu anlar yaşatmaktadır. Burdur Jandarma Kumandanlığına bağlı olarak Tefenni’de görev yapan yüzbaşı Ferudun bey devamlı olarak çevredeki eşkiyaların takipçisidir. Ali bey de bunlardan biridir.
Tefenni’nin 5km. doğusundaki Hüyük çiftliğinde (şimdi köy) yaşayan köylülerden Mustafa Ağaların Rıza (Hüyük’lü Rıza), Tokat dolaylarında askerliğini yapmaktadır. Çevrede güzelliğiyle namlı bir de karısı vardır. Bir gün kadına tecavüz edilir. Olay yayılır. Yakınları durumu Rıza’ya bildirirler. Rıza, o kişiyi öldürmek için mavzeriyle askerden kaçarak gizlice Tefenni’ye gelir ve daha önceden çok yakinen tanıdığı Ali beyi bulur ve maksadını açıklar. Ali bey Rıza’yı yanına alarak daha da kuvvetlenir. Hüyük’lü Rıza, Ali beyin sağ kolu olmuştur. Bütün vukuatında ona ortaktır. Yüzbaşı Ferudun bey onları yakalamak için çeşitli planlar yaparak fırsat kollamakta, Ali bey de bunu hissettiği için tedbirli davranmaktadır. Hatta işi daha da azıtarak Ferudun bey’e haber gönderip kendisiyle uğraşmamasını, aksi halde öldüreceğini söyleyerek tehdit eder. Bu arada Rıza, amca çocukları Rıza ve Mustafa’nın ağır tahrikleri ile, daha önceden arazi çekişmesi yüzünden araları açık olan, Yörük İbramların Mehmet ile Hüseyini, sonra da Topal Hasanın Osmanı vuruyor. Mehmet ve Hüseyin ölüyor, Osmanı öldü diye bırakıyor, fakat Osman daha sonra iyi oluyor.
Ali bey daha önceki bir kumar baskınında komser Mehmet’e karşı koyarak silah sıkıyor, kurşun sekerek komser Mehmet’in gözünü kör ediyor. Ali bey bu suçtan gıyaben 8 sene hapis cezası yiyor, fakat kaçak olduğu için ceza uygulanamıyor. Bu arada, devamlı yanında taşıdığı “Osmanlı anahtarı mavzer”i Ali bey’e Çaylı’lı Hüseyin hediye ediyor. Ali bey işi, artık tamamiyle eşkiyalığa dökmüştür. İşte bu eşkıya geleneğine uyarak, yanına namlı güzellerden birini almak ister. Çevrede en güzel kadının nerede olduğunu bilen kişinin, Bunak’lı (Başpınar) Nuri olduğunu Rıza’dan öğrenir. Bir gece Nuri’ye baskın yaparak onunla beraber Karaköy’e gelirler. Nuri kadının evini gösterir. Kapıyı tekmeleyerek içeri dalarlar. Ne olduğunu anlayamayan karı koca yataklarında iken, Ali bey kadına artık kendisinin olacağını söyler ve atının terkisine atarak uzaklaşırlar. Karaköy’lü Zeynep Ali beyin kadınıdır artık.
Ali bey, bazı geceler Rıza ile Çavdır’a iner ve hancı Sarı Amad’ın (Sarı Ahmet) hanında kalır. Hancı Sarı Amad, ıslahı nefsetmiş bir sabıkalı olduğu için Ali bey kendisine güvenir. Hâlbuki hanın ilerisinde ve karşı tarafta jandarma karakolu bulunmaktaydı. Sezdirmeden orada kalabilmek ancak hancıyla olan karşılıklı güvenceden ileri gelmekteydi. Aslında Sarı Amad Ali beyden çok korktuğu için sır vermiyordu.
Bütün çevre illere kadar ünü yayılan Ali beyin türküsü yakılmıştı bile. Türkü dilden dile, kulaktan kulağa yayıldıkça halk arasında Ali beyin saygı ve sevgisi daha da artmıştı.
Ferudun bey, Ali beyin tehditlerine aldırmadan, müfrezesiyle takibini yapıyordu. Yine böyle bir takipte Ali bey ile Rıza’yı Teke ovasında sıkıştırıyorlar. Fakat bu takipten de kendisini sıyıran Ali bey ile Rıza “Samas beline” geliyorlar. O arada Yeşilova’lı Mustafa çavuş (pehlivan), Karamanlı’dan Antalya’ya giden yolculardan “Samas belinde” efelerin olduğunu öğreniyor ve takip ederek Aren köyüne geliyor ve gece orada kalıyor. Bu arada Ali bey ile Rıza Kemer’e geliyorlar ve bir arkadaşlarının evinde yatıyorlar.
Mustafa çavuş, Kılavuzlar köyünde Ferudun bey ile jandarmaların olduğunu öğreniyor ve Kemer ovasında, Kemer’li Kara Mehmet Ceylan (kaynak kişilerden biri) ile karşılaşıyor ve ona Ferdun beye haber vermeye gittiğini söylüyor. Ferudun bey akşam yemeğinde Kemer’e gidip Molla İsmail Ağanın evinde misafir ediliyor ve Ali beyi aratıyor. Ali bey ise karşıki evde yatıyor. Sonra oradan Çakmakcı’nın Amad’ın (Ahmet) evine gidiyor ve gece kaçıyorlar, doğrudan Hatıb’ın evine gidiyorlar. Hatıp bunları evine almıyor, onlar da oradan ayrılarak “Nergisli” mevkiindeki çoban ağıllarına varıyorlar. Ağıl damında kalan bir çobanla beraber orada kalıyorlar. Çoban ateş yakmak için çırpı toplamaya çıktığında, takipçi jandarmalarla karşılaşıyor. 2 jandarma ile Hüyük’lü Osman (Hüyük’lü Rıza’nın daha önce vurup öldü diye bırakıp gittiği Osman) Ali beyin ve Rıza’nın orada olduğunu öğreniyorlar. Bu arada Ali bey dışarıdaki durumu fark ediyor. Hüyük’lü Osman ağıldaki koyunun içine giriyor. Bir kaynağa göre Osmanı Ali bey, diğer bir kaynağa göre Rıza vuruyor. Aslında Osman, Ali beyin arkadaşı ve dostudur. Ölüyorken Ali beye gitmesini söylüyor. Takibe sonradan katılanlardan Yaka köyünün bekçisi yaralanıyor. Çaylı’lı Sarıyı Rıza, Jandarmanın birisini de Ali bey öldürüyor. Diğer Jandarmada silahını bırakıp kaçıyor ve Ferudun beye haber götürüyor. Ali bey ile Rıza Eşenli çiftliğindeki ağanın atlarına binip Kılavuzlar’a geliyorlar, at değiştirip Hüyük’e geçiyorlar ve Hüyük’lü Osman’ın yakınlarına “ölünüzü getirin” diyorlar. Oradan da Çaylı’ya gidip babasına, Sarının olduğunu bildiriyorlar.
Ali bey ile Rıza bir ara Nazilli’de tiyatro seyrederlerken, Rızanın sanatçı kadına sataşmasından dolayı çıkan olaydan da kaçarak kurtuluyorlar.
Ali bey, istediği kızı vermedi diye kızın anasını vuruyor. Daha sonra Dengere’li Mehmet efenin baldızı Hörüyü, Bunak’ta (Başpınar) Molla Bekir’in Osman’ın elinden alıp odalık gibi yanında gezdiriyor. Bir defasında Karaköy’ü basıyorlar. Ali bey ile Rıza birer erkek, Hörü ise bir kadın öldürüyorlar.
Sarı Amadın hanı eşkıya yatağıdır. Ferudun bey bunu bildiğinden Sarı Amadla gizlice anlaşır ve Ali beyin geldiğini haber vermesini ister.
Bir gün, Ali bey ile Rıza yine Çavdır’a gelip hana inerler. Hanın avlusunda ve handan ayrı olarak inşa edilmiş olan “sirke damı”nda içki içmeye otururlar. Sarı Amad kapıyı dışardan kilitleyerek sözde onları emniyete alır. Bir müddet sonra Ali bey ile Rıza ile iyice sarhoş olurlar. Bu arada handa yangın çıkar ve han alev alev yanmaya başlar. Çavdır karakolunda görevli bulunan, Fethiye, Denizli ve Burdur’dan gelen jandarmalar yangını söndürmeye çalışırlar. Müfrezenin başında Ferudun Bey vardır. Karakol kumandanı ise Karabayırlar’lı koca deli Ali idi. Sarı Amad, sivil Hamit çavuşun kız kardeşi Ayşe ye “sirke damında” eşkiyalar var der. Ayşe “eşkiyalar var” lafını “eşyalar var” anlar ve onları kurtarmak için haber verir. Jandarmanın birkaçı gelip kapıyı kırarlar. Ali bey ile Rızayı görünce, silahları da olmadığı için kaçarlar. Rıza önde Ali bey arkada olmak üzere çıkarlar, fakat ayakta duracak halleri yoktur. Sallanarak avlunun koca kapısına varırlar. Fethiye’li bir jandarma kapıyı tutmuş açmıyor. Ali bey arkası üstü yere düşüyor. Rıza uzun boylu, onun çağşır kolundan tutup ayağa kalkıyor, 10-15 dakika kapıyı tutan jandarma, daha sonra kapıyı bırakıp kaçıyor, fakat bu arada kapı açılıyor ve Rıza kaçan jandarmayı vuruyor. Ali bey ile Rıza meydana çıkıyorlar. Nahiye müdürü Sadık bey arkalarından tabanca atıyor, fakat onlar hiç tınmadan yürüyerek gidiyorlar. Nuri Hocaların evinin yanındaki çift yoldan Ali bey dere tarafına, Rıza da ova yoluna (bahçelere) doğru gidiyorlar. Ali Bey dereye inince Koca pınardan başını ve yüzünü yıkıyor. Önündeki çaylıkta bir çobandan kepenek alıp dere boyu gidiyor ve kendini kurtarıyor. Rıza, sağdaki yoldan yani Alimin Mustafa’nın evinin yanından baş aşağı inerken bir jandarma ile karşı karşıya geliyor, silah sıkıyor, jandarmalar Rızayı, mısır tarlasına girmeden vuruyorlar, ayağından sürüyerek getiriyorlar.
Ali bey daha sonra İzmir ve Manisa dolaylarında bir yıl kadar çeşitli işlerde çalışarak kendini gizleyebiliyor. Fakat bir ara Manisa’da Ali beyi Burdur’lu aşçı Mehmet görüp tanıyor. Jandarmaya haber veriyor, müsademede Ali bey bir jandarma vuruyor. Daha sonra Manisa’lı arkadaşı Behlül ile yakalanıyorlar. Burdur’dan gelen Çavdır’lı Osman ağa ile Kılavuzlar’lı efe, İsmail Ali bey’in kimliğini tasdik ediyorlar. Ali beyi merdivene bağlayarak, trenle Burdur’a getiriyorlar. Ali bey 7 sene hapis yattıktan sonra 1939 yılında, Burdur pazarının kurulduğu salı günü idam ediliyor.
Şu Çavdır’ın Hanları, türküsü 8 bölümden meydana gelmekte, mısra sayısı 4-6 olarak değişmekte olup başlangıç ve bitiş bölümleri şöyledir:
*
Şu Çavdır’nın hanları,
Aman parıldıyor camları,
Haydi parıldıyor camları,
Körolası Ferudun bey,
Aman nasıl kıydın canları,
Haydi nasıl kıydın canları.
*
N’olacak Ali beyim nolacak,
Bir seninle mapuslar mı dolacak,
Alıverin filintamı oymadan,
Öldürürler gençliğime doymadan.
*
3- KEMERLİ GAZ AMAT
Aslı “Kaz Ahmet”tir. Halk dilinin yöresel konuşma alışkanlığından dolayı “Gaz Amat” diye anılır.
1918’den sonra, Burdur ve çevresinde türeyen eşkıya çetelerinden biri de “Gaz Amat” çetesidir.
Kemer karakol kumandanı Girit’li Ali ağanın yanında duran, odalığı gibi hizmet eden ve dost olarak yaşadığı kadın, bir fakirin düğününü yapmak istiyor. Gaz Amat’da “ben yapacağım” diyor ve böylece tartışmaya giriyorlar. Gaz Amat asker kaçağı olduğu için, kadın kumandana ihbar ediyor. Karakol kumandanı Gaz Amadı tutuklamak isteyince, Gaz Amat dağa çıkıyor ve eşkiyalığa başlıyor. Gaz Amat, bir ara kendine yardımcılar da buluyor, bunlardan biri “Sarı keçeli” , “Ürkütlü’lü Dede”, diğeri de “Antalyalı Gırıdın Süllü”dür.
Bir gün Gaz Amad ve arkadaşları Kemer’e gelip, Gaz Amad’ın evinde yatıyorlar ve o gün bir jandarma öldürüyorlar, akşam vakti karakolu basıyorlar, ellerindeki fenerin şavkıyla etrafı görüp orada olan nahiye müdürünü ve onun yanında misafir olan “Camadağa” adlı doğulu müdürü öldürüyorlar.
Aydın’dan Gaz Amadı bulmak için gelen zeybekler, 15 gün Kemer’de kalıyorlar, fakat Gaz Amad’ın geldiğini duyunca da kaçıyorlar.
Yanında 40-50 yörük ve efeyi barındıran Antalyalı tavukçu Hekimoğulları, Gaz Amadı çekemiyor ve onu arıyorlar. “Söbüce” yaylasında “Silme” adlı yörüğün düğününe bütün efeleri davet ediyorlar. Plânı Hekimoğlu kuruyor. Çavdır’dan Bunak’lı Amat geliyor. Muhabbetten sonra gece yarısı, Hekimoğlu Goca Mehmet ile Bunak’lı Amat, Gaz Amadı çeviriyorlar. Gaz Amat eşkiya geleneğine uyup yanında gezdirdiği kadını “Arife hanım” ile daha önceden çemberin dışında kamayı başarıyorlar. Hekimoğlu, Bunak’lı Amat, Pazaravdan’lı çoban ve diğerleriyle, şafak vakti, Gaz Amad’ın arkadaşları olan Dede ile Süllü’yü öldürüyorlar. Baskından sonra Gaz Amat Kemer yaylasına geliyor 5 el domdom kurşunu sıkıyor ve böylece sağ olduğunu bildiriyor. Daha sonra, kendisine yanaşan, Gök İbremoğlu (Gök İbrahimoğlu) Efe ile Yüreğil’e geliyorlar. Burada evli olan ve Hekimoğlu’nun kızanı Pazaravdan’lı Çobanın evini ateşe veriyorlar. Çoban evin tabanından sürünüp çıkarken Gaz Amat tarafından öldürülüyor. “Bana Gaz Amat derler, arkadaşlarımı öldürdü” diyor ve ciğerini söküp ısırıyor.
Deniz’li Gümüşgöl’ünde (Çardak yakınında) arkadaşı Payamlı’lı Veli Efe ile giderlerken Deniz’li müfrezesi ile vuruşuyorlar. Gaz Amat kaba yerinden yaralanıyor, dağılıyorlar. Gaz Amat, Musalla yaylasına çıkıyor orada kadını Arife hanımın yardımı ile yarasını tedavi ediyor. Daha sonra müfreze üzerine gidiyor. Gaz Amat 5 el ateş ediyor, müfreze kaçıyor. Arifanım da kaçıyor, arkasından ateş ediyor, vuramıyor. Yarası nüksediyor, o vaziyette “Eşen”li İbrem (İbrahim) ağanın yanına geliyor. Gaz Amadın kardeşi Omar ile Eşen’li İbrem (İbrahim) ağanın yanına geliyor. Gaz Amadın kardeşi Omar ile Eşen’li ağası, Gaz Amadı karakola teslim ediyorlar. Burdur hapishanesinde iken, Yunan Savaşı için hapishanelerden adam toplayan Demirci Mehmet Efe’ye “sen efeysen ben de efeyim” deyip ayağa kalkmamış ve hapishanede kalmış. Daha sonra “Isparta damına sevkediyoruz” diye götürülürken, Kışla köyü yakınında, şimdiki “Gaz Amat Çeşmesi”nde, kaçıyor bahanesiyle jandarmalar tarafından öldürülmüş.
Gaz Amat’la ilgili üç bölümden meydana gelen türkünün ilk bölümü şöyledir:
*
Gaz Amat’da derler adıma,
Çok düşen oldu ardıma,
Beşyüz katar fişaklik kuşandım,
Nazlı da yaren derdine,
Aman da Gaz Amat, olmayaydın sen.
*
Ayrıca, Kemerli Gaz Amat türküsünün bir de Bucak çeşitlemesi vardır. Dört dörlükten meydana gelen türkünün ilk dörtlüğü ve tekrar bölümü şöyledir:
*
Gaz Amat dağdan inmiyor,
Moda fesini giymiyor,
Gaz Amat’da vurulmuş,
Ben vuruldum demiyor.
*
Aman’da Gaz Amat ölmemeliydin sen,
Dağlara şu Burdur’a inmemeliydin sen.
4- GENÇ ALİ
Tarihi kaynaklardan edinilen bilgiler değişiktir. Genç Ali’ye ithaf edildiği ileri sürülen gurbet havasının sözlerinde hiç de öyle yiğitlik, kahramanlık sezilmemektedir. Bu yüzden, böyle birinin kişiliğine uymayan ve mantık değerlendirilmesiyle de doğru olmayan türkünün sözleri kahramanlık değil, eşkıya geleneğini yansıtmaktır. Bu yüzden, Genç Ali’nin bugün bilinen “Ali Bey” gurbet havasıyla karıştırılmaması gerekmektedir.
5- AKSU’LU OSMAN AĞA
Aksu’lu Osman Ağa: Aksu, Burdur’a 37 km. uzunlukta bir dağ ve orman köyüdür. Bu köyde örfü ile ünlü Hasan Çavuş ve kardeşi Osman Ağa oturmaktadır. Osman Ağa zaman zaman Kayış köyünün merasına tecavüz etmektedir. Osman Ağa, 14 yaşındaki Güssün ile Guzköy’e (Kuzu köy) biber fidanına giderler. Dönüşte Şaybalanı mevkiinde iki kişi yollarını keser. Biri Osman ağaya, öteki atına ateş ederek öldürürler. Sonra kızına bir kurşun sıkarlar. Bu kurşun kızın boynundaki “gremis”i delip sırtından çıkar. Kız o anda vuranları tanır ve babasına duyurmak ister. O zaman kıza 35 kurşun daha sıkarak öldürürler. Vuranların Kayış köylü (Ömer yiğit) ile eşkıya lakabıyla anılan Mehmet Gül olduğu anlaşılır. Bu olaydan sonrada türkü dilden dile dolaşmaya başlar. Türkünün ilk üç satırında şöyle denilmektedir:
*
Zalim düşman kesti benim yolumu,
Yol üstüne koyverdiler ölümü,
Kardeşlerim sormaz benim halimi.
6- ARVALLI’LI HATÇA
Arvallı (Bağsaray) Burdur’a 38 km. uzaklıkta, 1958 yılında belediyesi kurulan bir büyük kasabadır. Arvallı meydanından güneybatıya doğru 15-20 adım yürüyünce, duvarına bitişik iki oluklu, harıl harıl akan pınarlı bir eve rastlanır. İşte bu ev Arvallı’lı Hatça’nın evidir. Hatça evli bir köy güzelidir. Arvallı’lı bir çobana gönlünü kaptırır. Çoban da Hatça’ya sevdalıdır. Birlikte Antalya’ya kaçıp oraya yerleşirler. Olay 1945- 1946 yıllarında meydana gelmiştir.
Arvallı’nın 5 km kuzeyinde daha yüksek bir yere kurulu ve bir orman köyü olan Kayış’da, İbrahim Can adındaki mahalli sanatçı bu türküyü yakmış. Bu olaydan 5-6 ay sonra Kayış köyünden başka bir Hatça kız Muharrem’in Mehmet’e kaçıp gidiyor. İlk yakılan Hatça türküsü, ikinci Hatça olayı ile ve halkın duyguları ile değişikliğe uğrayıp özleştirilerek bugünkü son şeklini alıyor. Türkü 10 ayrı dörtlükten meydana gelmekte olup, ilk dörtlüğü şöyledir:
*
Evlerinin önünde pınarlar harlar,
Hatçam çıkmış pencereye ay gibi parlar,
Ben Hatçayı yitirdim de dumanlı dağlar,
Gözlerimin pınarları durmadan çağlar.
*
7- ŞU ÇAVDIR’IN HANLARI
Çavdır, Burdur ilimize bağlı ilçelerden biri. Başlığımızsa, yörenin ünlü türkülerinden biri.
Tefenni ilçesinin Höyük çiftliğinden Rıza askerde iken, karısının birisi tarafından kirletilmesiyle olay başlıyor. Yakın arkadaşı olan Ali bey, Rıza tarafından konuyla ilgili bilgilendiriliyor. Öç almaya karar verirler. Eşkıya durumuna gelen Ali Bey ve Rıza değişik olaylara karışırlar. Jandarmalar öldürüp, evlere baskınlar yapılır.
Ali bey ve Rıza’nın yakın arkadaşları tarafından jandarmaya ihbar edilirler. Ali bey bunların öcünü almak ister, bu ihbarcıların karılarını kaçırır ve gezdirmeye başlar. Her şey karışır, gerginleşir. Ali bey’in düşmanları giderek artmaktadır.
O günün müfreze komutanı Ferdon beydir. Müfreze komutanının kızı Ali beyimize her nasılsa aşık olur. Ali bey bu haliyle; “ bu işin olmayacağını, istikbalinin bulunmadığını, komutanın kendisi yüzünden işinden olabileceğini” söylese de, kız “ nal der mıh demez” ısrarlıdır.
Ali bey kesin cevabını vererek, alamayacağını, yada kaçıramayacağını bildirir. Kız bu kesin kararlılığın intikamını almak için planlar yapar. Babası Ferdon beye konuyu başka türlü anlatır. “ırzına geçildiğini” söyler. Ferdon beyin kini iyice artar ve sıkı bir takibe başlar.
Ferdon bey, Ali bey’i defalarca kıstırırsa da, Ali bey kaçmayı başarır. Ali bey gizlice Çavdır’lı meşhur Sarı Ahmet’in hanına iner, içki içer, gizlice gelip gider. Handa çıkan bir yangın bunların sonu olur. Ali bey ve Rıza handa aşırı sarhoş iken yangından kaçmaya çalışırlar. Jandarmayla karşılaşırlar. Rıza, jandarmanın birisini öldürür ve Ali bey’in üstüne atar. ( Bu konu, 1939 yılındaki mahkeme kayıtlarında anlatılmaktadır). Ali bey artık yalnız kalmıştır. Rıza idamdan kurtulmuş, az bir ceza ile kurtulmuştur. Ali bey bu yöreyi terk eder. Değişik yerlerde gezip, gizlendikten sonra Manisa’da bir aşçının yanında çalışmakta iken, Burdurlu hemşehrisi, Mehmet isimli birisi bunu teşhis ederek jandarmaya bildirir. Ali bey bir merdivene bağlanarak Burdur’a getirilir. Mahkeme yedi yıl sürer. Karar idamdır. 1939 yılında bir yaz mevsimi Burdur’un Pazar günü sabah ezanından evvel Ali bey idam edilir.
Yörede üç ayrı Ali bey vardır: Beyköylü Ali bey, Tefennili Ali bey ve Yeşilova’lı Ali bey. Bunların öyküleri ayrı ayrıdır, mahkeme kayıtlarında vardır. İşte konumuzun içindeki Ali bey’in türküsü:
*
Doldur doldur Karaköy’lüm içelim.
Yol ver dağlar şu Dirmili geçelim.
Alıçlıdır kahpe dağlar alıçlı
Kızlar gitti karakola danıştı.
*
Şu Çavdır’ın Hanları,
Pırıldıyor camları,
Körolası Ferdon bey,
Nasıl kıydın canları?
*
Alıverin filintamı oymadan
Öldürürler gençliğime doymadan.
Keklik olsam kaya gibi eşerim
Bekâr olsam kız peşine düşerim.
*
Şu Çavdır’ın bükleri
Ötüşür keklikleri
Hiç aklımdan gitmiyor
O kızın dedikleri.
*
Şu Çavdır’ın hanında
Aman Karaköy’lüm yanımda
Ortaklığınmı vardı
Sarı Mehmedin hanında?
*
İyi olur tarlaların taşlısı
Güzel olur kızın uzun saçlısı
Dolandım dağları kar bulamadım
Kendime münasip yar bulamadım.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı Gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 23.01.2006) 2- Yenigün Gazetesi (Burdur, 07.07.2006)
8- KOCA YARAN DERLER DAĞIMIZIN ADINI
Rahmetli Hüseyin Gacar amca, hayatı boyunca şoförlük yaptı. 1960 yılında kamyonunda bir şeyler mırıldanıyordu. Çamköylü Badılar sülalesinden Bekir isimli bir genç, bir çingene kızına aşık olur. Kız, Bekir oğlumuzu yıllarca aldatır. Her Çamköy’e gelişinde Bekir’in evine dilencilik yapmak için gelir. “Bu yıl seninle kaçacağım” diye yalan söyler gider. Sonra çingene kız gelmez olur. Bekir, yıllar sonra bu kızın Koçaş dağının eteklerinde olduğunu öğrenir. Yanına gider. Zaten deliye dönmüştür.
Kızın gönlünü yapamayınca kızı bıçaklar ve kaçar. Kız kangren olur, ağrılara dayanamaz zehir içer ve ölür. Bekir tekrar döndüğünde bunu öğrenir ve bir şiir yazar. Alır sazı eline bakalım neler söyler. (Bu türküyü bir kez Belenlili Yusuf okumuştur):
*
Çamköy derler köyümüzün adını,
Çamköy ovasına gelmiş oturmuş,
Gören bilir sabahların bad’ını,
Deli gönlüm bu kadına tutulmuş.
*
Verem etti bir çingene kadını,
Zehir içmiş bu beladan kurtulmuş,
Aldı gitti servetimi a beyler,
Aldı gitti servetimi a beyler.
9- DİLİ KUŞ TUTSA YİNE OLMAYACAK
Yıl 1963. Birara tevzi memurluğu yapan H.Hüseyin Savaş dayımız, bir akşamüzeri geldiği kahvede anlatıyor. Yıllarca evvel Keklik İbrahim isimli bir avcı vardır. İbrahim bir kıza aşık olur. Defalarca istemesine rağmen, kız babası tarafından verilmez. Başka birisiyle evlendirilir.
Keklik İbrahim bu kızın sevgisi üzerine, hiç evlenmez. Zaman zaman bu kızla gizli gizli buluşurlar kadının eşi ölür. Kocası öldükten sonra, Keklik İbrahim kadının yanına ziyarete gider-gelir. Şair ruhlu biri olan Keklik İbrahim ‘le kadının arasında herhangi bir ilişki olmamıştır. Her ikisi de vefat etmişlerdir.
Keklik İbrahim’in aşkına sadakatı yöre halkı tarafından dilden dile dolaştırılmaya başlanır. “İbrahim diliyle keklik tutuyordu, ama o kızı alamadı” şeklinde söylentiler sürüp gider. Osman Akkoç, bu türküyü bir kez Cubbak Osman namıyla bilinen kişiden, bir kez de H. Hüseyin amcadan dinlemiş (Olayın 1880 yılında geçtiği tahmin ediliyor.)
*
Dilim ile kuş tutsam da sevdiğim olmadı
Başkasına yar edecek bir hallerim kalmadı,
Keklik İbram derki, felek seni salmadı.
Sarılmadan ölürsem, gözlerim açık gider.
*
Kara Fatma benim ile kaçmadın,
Gerdanına ilik çözüp açmadın,
Benim için karlı dağlar aşmadın
Sarılmadan ölür isem gözlerim açık gider.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı Gazeteler: 1. Belde Gazetesi, (Ankara, 07.01.2007) 2. Yenigün Gazetesi (Burdur, 18.01.2007), 3- Burdur Gazetesi (20.01.2007), 4. Kent Gazetesi (Kilis, 22.01.2007) 5- Van Postası Gazetesi (15.02.2007) 6- Ses-15 Gazetesi (Bucak-Burdur, 21.03.2007)
10- HAYDİN ARKADAŞLAR DÜZE GİDELİM
Bu türkünün belirli bir hikâyesi yok. Değişik anlatımlar var. İçlerinden en belirgin ve akla yatkını Dirmilli Derviş dayının anlattıkları olsa gerek. Dirmilli Abdullah… isimli bir genç, Hasibe… isimli bir kıza aşık olur. Evlenmek ister. Kızın ablası razı olmaz. Kız Abdullah’a verilmez. Abdullah Antalya’da çalışmaktadır.
Abdullah ve birkaç arkadaşı içerler. Kafayı bulup, gezmeye gitmek isterler. Canları böyle ister. Karar verirler ve kararlarını türkünün mısralarından seslendirirler.
*
Düze değil de güze gidelim,
Denizli vilayetine kıza gidelim.
*
Ördek geldi göllere,
Neşe geldi güllere,
Allah nasip eylesin,
Gülmemeden ellere.
*
Yamaca gel yamaca,
Kız gelmiş dolamaca,
Ablan geldi kandırı,
Bir metrelik kumaşa.
*
Şu Dirmile gidelim,
Sularından içelim,
Sen çiçek ol ben arı,
Petekte buluşalım.
*
Fın fındırı, inek sağdırı,
Yorgan kaldırı, havan dövdürü,
Hayda ha. Hayda hıh...
*
11- DELİ POYRAZ YİNE SÜRDÜ BULUTU
Fethiyeli bir ağanın oğlu olan Bekir, 16 yaşlarında Kezban isimli bir kıza aşık olur. Kezban nişanlıdır. Sevdaya düşen Bekir içerken hastalanır, yıllar sonra aynı yere hasta haliyle getirilir. Kezban’ı evlenmiş ve ayrılmış görür. Kezbanla ilk defa buluşurlar. Bekir sevişecek halde değildir. Eline sazı alır ve Kezban için yazdığı türkünün bitiminde ölür.
Mezarı (cenazenin Göceğe götürülme imkânı olmadığından) Karamca belindeki mezarların arasında yer alır. Köylülerden bazıları, cenazenin götürüldüğünü söylemektedirler. Bu türkü Emin Demirayak tarafından söylenmiş olup, kasetlerinde de yer almaktadır.
*
Deli poyraz yine sürdü bulutu,
Günden güne sularımız ılıdı,
Hani nerde gülmemenin kilidi,
O kilidi açan eller çürümüş.
*
Dağlar aştım tepelere yol sandım,
Çakırdiken avuçladım gül sandım,
Yad ellere sarıldım da sen sandım,
Çekerim hep ayrılığı seninle.
*
Karlı dağlar aştım senin aşkından,
Nazlanırsın top zülüfün köşkünden,
Söz edersin mezem ile içkimden,
Ölüyorum gel de gör şu halime.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1. Sonsöz Gazetesi (Ankara, 08.01.2007) 2. Ses-15 Gazetesi (Bucak-Burdur, 21.01.2007) 3. Şafak Gazetesi (Aydın, 24.01.2007) 4. Vanpostası Gazetesi (23.01.2007) 5- Yeni Söke Gazetesi (05.02.2007)
12- KAHPE FELEK NE DÖNERSİN BAŞIMDA
Kör Şakirlerin Mehmet. Mehmet Amca, bu türküyü dedesinden mi, babasından mı dinlemiş pek hatırlamıyorum. Dedesilden gelip Horzum’a yerleşen Akif adlı bir genç... Köyün ağalarından birinin Nafize adlı bir kızını kaçırır. Aydın-Söke ovalarında pamuk işçiliği yaparlarken Nafize hastalanır ve ölür.
Akif hasret kaldığı Horzum ve Dedesil köyüne gelemez. Çünkü öldürüleceği endişesi taşır. Medrese görmüş, tahsilli birisi olan Akif sonunda hastalanır. Biraz saz da çalar Akif, sevgilisi Nafize’ye bir şiir yazar. Orada okur. Sonunda hastalanır ve ölür. Aşık Akif’in yazdığı şiir türkü olarak, sonradan dillerden dillere dolaşmaya başlar:
*
Kahpe felek iki canı bir ettin,
Kahpe felek ne dönersin başımda,
Nice gurbetlerden koydun sen beni,
Gurbet ilden can mı verem ben sana.
*
Sılam pare pare beni yar ettin,
Sağ olurda ben sılama varırsam,
Ayırdın yarimi yarsız koydun sen beni,
Bir can için minnet etmem ben seni.
*
Kahpe felek koydun beni yalnız,
Mecnuna döndürdün çöllere koydun,
Hasret kaldı güllerimiz çalımız,
Halimizi şer edip dillere koydun....
*
13- ŞU BURDUR’UN GÖLÜ VAR
Bu türküde annenin, bir ailenin çok sevdikleri kızlarının bir delikanlıya kaçması hikâye ediliyor, anlatılıyor. Bir başka ifadeyle, annenin kızına sitemi var burada.
Bu türkü, İbrahim Zeki Burdurlu hocanın bir edebiyat dersinde 1961 yılında mırıldanmasıyla da hatırlanmaktadır. Rahmetli İbrahim Zeki Burdurlu hoca bu türkünün hikâyesini şöyle anlatmıştır:
Burdur’un Karanesir mahallesinde yaşayan ailenin tek kızları olan... isimli kız, anasının-babasının sözlerini tutmaz. Bir delikanlıya kaçar. Annesi, kızının ayrılığına dayanamayıp bir şiir yazar ve kendi anlayışına göre besteler, seslendirir.
Osman Akkoç, bu türküyü Kadir Turan ve Emin Demirayak’tan dinlemiş. Türkü daha çok bir ağıt havasındadır:
*
Şu Burdur’un gölü var,
Koklanacak gülü var,
Baldan tatlı dili var,
Sen tatlısın Emine’m,?.
*
Şu Burdur’un kavunu,
O kız açtı davunu,
Gümbürdettin davulu,
Gelin mi oldun Emine’m?
*
Şu Burdur’un üzümü,
Sen de açtım gözümü,
Dinlemedin sözümü,
Kaçtın gittin Emine’m?.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1.Belde Gazetesi (Ankara, 14.01.2007), 2- Gaziantep’te Zafer Gazetesi (25.01.2007) 3- Kent Gazetesi (Kilis, 24.01.2007), 4- Burdur Gazetesi (31.01.2007-08.02.2007), 5- Ege Gazetesi (Fethiye, 10.02.2007), 6- Zümrüt Rize Gazetesi (21.01.2007), 7- Van Postası Gazetesi ( 24.02.2007)
14- A GIZIM DA ÖRÜKLERİN ÖRÜLDÜ
Osman Akkoç, bu türkünün hikâyesini rahmetli Hasan Hüseyin Özturgut’tan dinlemiş. 1958 yılında yine rahmetli ablası Türkan Özturgut’un düğününden bir yıl sonra dinlemiş. Akkoç:
“Misafirliğe gitmiştik. O zamanlar eniştemin kardeşi Ruyan Özturgut’ta türküler söyler, hatta oynar, bizleri eğlendirirdi. Bir ara yakım şeklinde olan bu türkümüzü, Hasan Hüseyin Özturgut (ben de uzun hava söyleyim bari)dedi” şeklinde anlatır.
Arkasından Hasan Hüseyin Özturgut şöyle devam eder: “sizlere bu türkünün hikayesini de anlatayım da dinleyin: Bundan 150 yıl önce.....sülalesinden....kızı, Akkız, istemediği halde zengin birisine zorla nişanlanır. Ama Akkız ilk isteyeni sevmektedir. Akkız bir gün bahçeye gittiğinde, ilk sevdiği oğlan tarafından öldürülür. Akkız’ın oğlan kardeşi tarafından yazılan, kaleme alınan şiir türküleşir, söylenmeye başlanır. Bu türkünün hikayesi uzun ama, uzatmaya gerek yok”. Türkünün sözleri:
*
A gızımda örüklerin örüldü,
Kınalandı boyaların sürüldü,
Genç yaşında ölüm layık görüldü,
Layık gören dilleriniz çürüsün.
*
Gitti gençlik, koydun bizi yalınız,
Sen gidince ne olacak halımız,
Ne işe yarar, altınınız pulunuz,
Yıkılsın da evleriniz çürüsün.
*
Hani senin paran pulun nerede?
Ak kızımı öldürdüler derede,
Bir yüzükle altın koydun geride,
Bağın bahçen gülleriniz çürüsün.
*
Ak kızımın dürgüleri pas tutar,
Nişanlısı baş ucunda yas tutar,
İmam yıkar yardımcısı tas tutar,
Sizlerinde yerleriniz çürüsün...
*
15- MEKTUPLARA DÖKÜLEN BURUKLUKLAR
Osman Akkoç, Burdur folkloruyla ilgili anlamlı, kalıcı çalışmalar, araştırmalar gerçekleştiriyor ya. O’nun da yıllar önceye dayanan, Türküleştirilebilecek, gönül kırıklıkları, buruklukları, mektuplara dökülen duygu satırbaşları ve satır araları var. Bunlardan birini şiirleştirmiş Osman Usta. Buyrun birlikte okuyalım, düşünelim, karar verelim:
ADRESİ YOK MEKTUBUN (Osman Akkoç)
Adresi yok mektubun, senden geldiği belli,
Kim bilir kaç yerine, değmiştir güzel eli,
Öyle şeyler yazmışsın, sen bir delisin deli,
Kötülemiş durmuşsun, iyi yanım yok mudur?.
*
Çok acele yazmışsın, yazıların okunmaz,
Ne kadar kötü bilsen, onuruma dokunmaz,
Dünyada tek gül olsan, o sinene sokulmaz,
Canımı sıktın demişsin, benim canım yok mudur?.
*
Korkumdan yazdım demiş, gecenin yarısında,
Kötü sözler eklemiş, satırlar arasında,
Böyle korkumu olur AĞA’nın karısında,
Adını kirletmişsin, benim sanım yok mudur?,
*
Demek ki korkmuyorsun, bu mektubu yazmışsın,
Gönderdiğim habere ne kadar da kızmışsın,
Bu mektupla kabrini elin ile kazmışsın,
Sende çok anı varsa, benim anım yok mudur?.
*
Bırak artık yakamı, uğraşma benim ile,
İnan seni terk ettim, söylerim yemin ile,
Son mektubu vermiştim, sana ben elim ile,
Parayı heves ettin, benim malım yok mudur?.
*
Sakın ola bir daha, bana mektup gönderme,
Yollarda görsen bile, bir selamı dahi verme,
Karşılaşırsak eğer, yüzünü çevir görme,
Zan altında bıraktın, benim kanım yok mudur?.
*
Benim yaşım altmış üç, senin yaşın elli,
Pişman oldun sonradan, son mektubundan belli,
O kalbin çok vicdansız, kafası zihni yelli,
Sen her şeyi söyledin, benden yorum yok mudur?.
*
Elli yıl beklettin de, hep yollara baktırdın,
Bu aşkın ateşini, çıra verip yaktırdın,
Nefret ettirdin beni, yaka çektim bıktırdın,
Senin gönlün kırılmış, benim yaram yok mudur?.
*
OSMAN mektup göndermez, sende selam gönderme,
Dertler içinde kalıp, sonra meram gönderme,
Aşka sevgiye ait, bir tek kelam gönderme,
Senin kocan var ise, benim hanım yok mudur?.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1.Belde Gazetesi (Ankara, 27.01.2007), 2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 05.02.2007)- 3 - 24 Saat Gazetesi (Ankara, 07.02.2007) 4- Sonsöz Gazetesi (12.02.2007) 5- Zümrüt Rize Gazetesi (10.02.2007) 6-Kent Gazetesi (Kilis, 10.02.2007) 7- Gaziantep Zafer Gazetesi ( 15.02.2007) 8- Van Postası Gazetesi (10.03.2007) 9- Ses- 15 Gazetesi (Bucak-Burdur, 02.03.2007)
16- GÜNDEN GÜNE SULARIMIZ ILIDI
“Günden güne sularımız ılıdı? Hani nerede gülememenin kilidi” adlı türkü, tahminen 1890 ile 1910 yılları arasında, eski ismi Pınar, şimdiki ismi Elmalıyurt olan, Fethiye mezrası, yaylası kabul edinin Çinli taş, Sarı çayır, Taşyaran, Karamca beli gibi yaylaları ve dağları ile Batı Torosların Akdeniz’in Ege Bölgesi ile kucaklaştığı, dört bir yanı ormanla kaplı köyde geçtiği anlatılıyor.
Osman Akkoç’un, eski adı Pırnaz, yeni adı Elmalıyurt olan köyde, 1970’li yıllarda görevli iken, o köyün ileri gelenleriyle, yaşça eskileriyle yaptığı sohbetler sırasında ortaya çıkan gerçekler, türkülerin hikâyelerini de beraberlerinde getirmiş. 1970 yılında 74 yaşında olan Kadir Bilgin’le köyün ileri gelenlerinden olan Kenan Karayiğit’i ziyarete giderler. Orada, bağlama ustası Emin Demirayak’ta vardır. Kenan Karayiğit Emin Demirayak’tan bir türkü ister. Emin Hoca uzun havayı söylemeye başlar. Türkü bittikten sonra Kenan Karayiğit, bu türkünün hikâyesiyle ilgili şunları söyler:
“Ben 9-10 yaşlarındaydım. Babamla birlikte Pırnaz yaylasına gitmiştik. Yanımızda, uzaktan akraba olan Kezban isimli 16 yaşlarında bir kızımız bize hizmet ediyordu. Fethiye’de bizimle birlikte gelen, Fethiye’li bir ağanın oğlu da vardı. Bekir isimli bu gencimiz Kezban’a aşık olur. Kezban nişanlıdır. Bekir oğlumuz bunun sevdasına düşer. İçerken hastalanır. Yıllar sonra, hasta haliyle yine aynı yere getirilir. Kezban’ı evlenmiş ve ayrılmış görür. Kezban kızımızla ilk defa buluşurlar. Ama Bekir sevişecek halde değildir. Eline sazı ve Kezban için yazdığı şiiri uzun havaya çevirirken, türkünün bitiminde ölür.
Cenazeyi Göcek’e götürme imkanı olmadığından, Karamca Berlindeki mezarlarının arasına koyarlar. Diğer köylülerin bazılarının anlattığına göre, ölüsünün götürüldüğü anlaşılmaktadır, ifade edilmektedir”. Bir Gölhisar türküsü olan, Elmalıyurt (Pırnaz) Köyü ormanlarında meydana gelen olaylar sonucu ortaya çıkan türkünün sözleri şöyle:
*
Deli poyraz yine sürdü bulutu,
Günden güne sularımız ılıdı,
Hani nerde gülmemenin kilidi,
O kilidi açan eller çürümüş.
*
Dağlar aştım tepelere yol saldım,
Çakır diken avuçladım gül sandım,
Yad ellere sarıldım da sen sandım,
Çekerim hep ayrılığı seninle.
*
Karlı dağlar aştım senin aşkından,
Nazlanırsın top zülfün köşkünden,
Söz edersin mezem ile içkimden,
Ölüyorum gel de gör şu halimi.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 01.02.2007) 2- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 10.02.2007) 3- Kent Gazetesi (Kilis, 06.02.2007) 4- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 15.02.2007) 5-Zümrüt Rize Gazetesi (21.02.2007) 6- Ses-15 Gazetesi (Bucak-Burdur, 03.03.2007)
17- MENEVŞELİ ŞU HORZUMUN BAĞLARI
Gölhisar’ın Asmalı köyünden cura üstadımız Osman Ali Aslan “Menevşeli Şu Horzumun Bağları” adlı türküyü hem okumuş, hem anlatmıştı. Kuşdili Kazım Sirel, Asmalı köyünden Bayram Erdem’de dinlemişti bu türkünün hikayesini. Çünkü onlarla, rahmetli Osman Ali Aslan dayımızla hemen hemen hergün ormanda beraberdik.
Orman Muhafaza Memurluğu yaparak, çevre ormanlarını karış karış dolaşma imkânı bulan, çağdaş halk ozanı Osman Akkoç sözü fazla uzatmadan “Menevşeli Şu Horzumun Bağları” türküsünün hikâyesini anlatmaya başlıyor:
Tefenni’nin Yuvalak köyünden, Fatmana adlı bir kıza, Muğla taraflarından gelmiş, Gölhisar’a yerleşmiş, bir yörük oğlu, Çolak Ramazan adında bir genç istetmiş. Düğünün üçüncü günü Fatmana Gölhisar’a gelirken, önce Fatmana’yı isteyip alamayan iki kişi tarafından yolda öldürülür.
Fatmanasını kaybeden Ramazan, perişan halde Horzum’un dağlarında, deli gibi gezerken ne olduğu bilinmeden kaybolur. 80 yıllık olduğu tahmin edilen bu türkü üzerine birkaç söylenti vardır. Ama Osman Ali amcamızın anlattığı en doğrusudur bence. İşte türkünün sözleri:
*
Yaralıdır deli gönlüm yaralı,
Benim yarim, Yuvalaklı yuvalı,
Çok dertliyim ben horzumda kalalı,
Duvağıyla öldürdüler Fatma’mı...
*
Menevşeli şu Horzumun bağları,
Yol vermiyor, koca yaran dağları,
Fatmanasız geçti gençlik çağları,
Gelemedim hiç yanına Fatmanam.
*
Fatmanama gelinlikle gömdüler,
Hep dostlarım düşman olup döndüler,
Müfrezeler, atlarına bindiler,
Namazında ben yok idim Fatmanam.
*
Hiç yanına gelemedim Fatmanam,
Hep ağladım gülemedim Fatmanam,
Verem oldum ölemedim Fatmanam.
Verem oldum ölemedim Fatmanam.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 03.02.2007) 2- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 12.02.2007) 3- Yeni Söke Gazetesi (12.02.2007) 4-Sonsöz Gazetesi (Ankara, 16.02.2007) 5- Burdur Gazetesi (05.03.2007) 6- Kuşakkaya Gazetesi (Gümüşhane, 27.03.2007) 7- Kent Gazetesi (Kilis, 24. 02.2007)
18- AĞLASUN’UN TEPELERİ DUMANLI
Burdur’un Üçdibek Mahallesinde bir Fatma nine oturmaktadır. Meşhur Evli Mehmet’in eski eşi. Göz tansiyonu vardı, kurtulamadı. Gözleri kör oldu. Osman Akkoç Fatma nineyle zaman zaman konuşmuş, dertleşmiş. Fatma nine;
“Oğlum, Osmanım, sana bir türkünün hikâyesini anlatacağım, ama türkü söylemem” diye söze başlarmış. Ve bu Fatmana Nine;
Ağlasun’un dere köyünde Akcakız namıyla bilinen, çok güzel bir kız varmış. Yumrutaş köyünden Musa adlı saz ve söz üstadı bir delikanlıya gönlünü kaptırmış bu kız. Musa, Akcakızı ister. Vermezler. Her iki genç kaçmaya karar verirler ve kaçarlar. Ama Yumrutaş köyünde yakalanırlar. Masa kaçıp kurtulmuştur, ama Akcakız kaçamamış, yakalanmıştır. Akcakızı sürükleyerek ve döverek Dere köyüne getirirler. Köyün yakınlarında Akcakız ölür.
Musa sevgilisinin bu durumunu şiirle ve bestesiyle köy köy gezerek dile getirir. Musa deli-divane olmuştur. Yeşilova yakınlarında, bir kış günü ölüsü bulunur Musa’nın” diye anlatırmış.
Osman Akkoç, rica etmiş, Fatma nine türkünün bir kıtasını söylemiş. Uzun hava şeklinde söylemiş Fatma nine. Türkünün, Fatma Nine’nin tahminine göre, 1910-1918 yıllarında söylendiği, ortaya çıktığı düşünülüyor, kabul ediliyor. Osman Akkoç bu türküyü ilk kez Belenli’li Yusuf’tan dinlemiş.
Gelin, “Ağlasun’un Tepeleri Dumanlı” türküsünün sözleriyle tanışalım. Buyrun:
*
Ağlasunun tepeleri dumanlı
Bahçeleri mor çiçekli çimenli,
Akcakıza ben sevgilim demem mi,?
Aydırdılar, Akcakıza sormadan.
*
Dereköye geldim mezar kazılmış
Akcakızın kaderine yazılmış,
Verdiğimiz sözler orda bozulmuş
Ayırdılar Akcakıza sormadan.
*
Yumrutaştan çıktım Yazır göründü,
Düşmanlarım tilki postu büründü,
Akcakızım sürüm sürüm süründü,
Ayırdılar Akcakıza sormadan.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 04.02.2007) 2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 12.02.2007) 3- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 13.02.2007) 4- Önder Gazetesi (Keşan, 12.02.2007) 5- Sonsöz Gazetesi (Ankara 17.02.2007)
19- SUYA GİDER BİR İNCECİK YOLU VAR
Osman Akkoç “ yıl 1955” diye başlıyor. Gölhisar’da yaşayan İzmirlilerin Mehmet (Mehmet Okunakol) ile oduna gittiklerinden, orada Osman Akkoç’a Mehmet amcanın yardımcı olduğundan, tahmini altmış yaşlarındaki bu İzmirlilerin Mehmet’in dağlardan gelirken söylediği türküler arasında yeralan, “Suya gider bir incecik yolu var/Ayağında bez basmadan donu var” adlı türkünün hikayesini Mehmet amcadan şöyle dinlediğini naklediyor Osman Akkoç:
“Eski adı Kelekli olan sel ve afetlerden bıkarak bir tepenin düzüne yerleşen Çamköylü, zengin bir kişinin Durmuş adında bir oğlu varmış. Kelekli köyünün ormanlarına her yıl bir göçer ailesi gelir, bir – iki ay durur gidermiş. Bu göçer ailesinin Safinaz adında dünya güzeli bir kızı varmış. Durmuş oğlumuz bu Safinaz’a aşık olur. Fakat Safinaz, beşik kertmesi amca oğluna verilmiştir. Safinaz’ın verildiği oğlan alkolikmiş. Sürekli içki içermiş. Nihayet Safinaz ile evlilik yapmadan ölür. Töre gereği Safinaz beşik kertmesi verilen olanın ağabeyi ile evlendirilmiştir. Ama yine töre gereği onun yanında kalacak, ilişkiye girilmeyecektir.
Çamköylü Durmuş oğlumuz, her yıl gelen Safinaz’ın haline bakar, şiirler yazıp besteler yapar. Durmuş kahrından vereme yakalanır. Safinaz kızda gelmeyince daha da üzülür ve ölür. Bu olayın 1890-1900 yılları arasında geçtiği tahmin edilmektedir.”
Burdur Gazetesinde (23 Ocak 2007) yayınlanan bu araştırmanın dörtlükleri şöyle efendim. Buyrun:
*
Suya gider bir incecik yolu var,
Ayağında bez basmadan donu var,
Uzun boylu bir sıkımlık beli var,
Gittin de a sevdiğim bir sarhoşa kul oldun.
*
Yıldız mısın er sabahtan doğarsın?
Melek misin doğar doğar inersin?
Beni görür bir yerlere sinersin,
Gittin de a sevdiğim bir sarhoşa kul oldun.
*
Keleklinin yaylaları çamlıdır,
Safinazın yüreciği gamlıdır,
Durmuş durmaz Safinazı anlatır,
Gittin de a sevdiğim bir sarhoşa kul oldun.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 23.02.2007) 2- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 05.03.2007) 3- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 09.03.2007) 4- Burdur Gazetesi ( 03.03.2007) 5- Zümrüt Rize Gazetesi ( 5-6 Mart 2007) 6- Kuşakkaya Gazetesi ( Gümüşhane, 07.03.2007) 7-Şafak Gazetesi ( Aydın, 08- 13 Mart 2007) 8- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 15.03.2007) 9- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 21.03.2007) 10- Ege Gazetesi (Fethiye, 07.04.2007) 11- Ses-15 Gazetesi (Bucak-Burdur, 22.03.2007) 12- Kent Gazetesi (Kilis, 26.04.2007).
20- BURDUR TÜRKÜLERİNDEN BİRİ DAHA: TEFENNİ’NİN ECE’Sİ
Tefenni, Burdur’un eski ilçelerinden. Sonraki yıllarda pek çok ilçe, belde bu ilçenin bünyesinden çıktı. Tefenni giderek zayıfladı, nüfusunda azalma oldu. Ama tarihin derinliklerine baktığımızda, Tefenni Burdur’un örnek alınan ilçesiydi bir zamanlar. Şimdi de öyle haddizatında.
Tefenni’ye bağlı köylerden biri, bu satırların yazarı olarak benim doğduğum köy: Ece.
Çağdaş halk ozanı, araştırmacı Osman Akkoç’un bir türkü derlemesi, değerlendirmesi var. “Tefenni’nin Ece”si adıyla.
Osman Akkoç’un anlatımına göre, Bayramlar köyünde yaşayan Şeref Akkaya isimli köylü, şahıs bir ara bir türkü mırıldanır, Osman Akkoç’un bulunduğu sohbet toplantısında.
Osman Akkoç bu türkünün hikâyesiyle ilgili bildiklerini anlatmasını ister Şeref Akkaya’dan. Şöyle anlatılır kısaca ve eksiklikleriyle:
“Bundan 60-70 yıl öncesinde Ece Köyünde oturan...ların ...adlı adamın Emine isimli karısı vardır. Manastır tepeye oduna gider. Odundan gelirken Akdere mevkiine geldiğinde kırık bir şarab şişesinin üstüne basar. Kan kaybından hastanede ölür Emine. Kocası şiirler yazar, türkü besteler. Emine bundan önce zehirli mantar yemiş kurtulmuştur.”. Osman Akkoç bu türküyü birkaç kez Mustafa Kara’dan da dinlemiştir. “Tefenni’nin Ece’si” adlı türkünün sözleri:
*
Tefenni’nin ECE’si,
Kalın olur Ece köyün meşesi
Zehir olur Akderenin köşesi
Kurban etti bir şarabın şişesi,
Hastaneden ölün geldi Eminem.
*
Hacoğluna gittim dua okuttum,
Hastanede doktorlara bakıttım,
İki hafta gözyaşımı akıttım,
Tabutuna gülün geldi Eminem.
*
Bir zamanlar, mantar yedin ölmedin,
Düğün donga ettim yine gülmedin,
Sırlarımı hiç kimseye vermedin,
Mezarlığa gelin geldin Eminem.
*
MANASTIR’da, odunların kaldımı?.
Akderede ölüm seni buldumu?.
Bir cumada ecellerin doldumu?
Senin değil benim geldi Eminem.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 16.04.2007) 2- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 27.04.2007) 3- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 04.05.2007) 4- Burdur Gazetesi ( 05.05.2007)
21- YADA GECELERİ KALKAR KALKAR AĞLARIM
Yöre folkloru içerisinde, Burdur türkülerinin sözlerinin oluşumundaki hikayelerinden sözetmeye devam edelim:
İlk derlemeyi gerçekleştirilen, Çağdaş Halk Şairi Osman Akkoç’un anlatımından hareket ederek, “Yada geceleri kalkar kalkar ağlarım” adlı türkünün varoluş hikayesinden sözedelim kısaca;
“Yada geceleri kalkar kalkar ağlarım” türküsü, Burdur ilimize bağlı Gölhisar ilçemiz çıkışlıdır. Ama zaman zaman ve buna benzer Burdur türküleri maalesef başka illerimizin, ilçelerimizin adıyla da anılabiliyor, bazı repertuarlara girebiliyor…
Anlatılan türkümüz, askerden yeni gelmiş bir gencin, eşinin ölüm haberini duyduktan sonraki feryadını, duygularını anlatmakta, dışa yansıyanların bir araya getirilişi olarak görülmektedir.
Osman Akkoç, türkünün hikayesinden sözetmeden önce, türkünün ortaya çıkış yıllarıyla ilgili genel değerlendirme yaparak yola çıkıyor ve söze; “Bilindiği üzere, Cumhuriyet kurulmadan önce, askere gidenlerin ne zaman döneceği, kesin olarak bilinmezdi. Askere, oğul, eş yada akrabalarından birisini göndermek, ülkemiz insanına her zaman gurur vermiş, asker eşi, babası, anası diye değerlendirilmiştir” diye başlıyor.
Toplumumuzda ölüm haberinin verilmesinin getirdiği sıkıntı ve zorluklar aynı boyutlarda yaşandığı için, bu türküde de bu zorlukların varlığı hikaye içinde anlatılmaktadır, vardır ve yaşanmıştır.
Gölhisar ilçemizde haftalık yayınlanan “Pınar” Gazetesinin 25 Nisan 2007 tarihli köşesinde Osman Akkoç, “Yada geceleri kalkar kalkar ağlarım” türküsünün hikayesiyle ilgili anlatımlarından çıkarılan, nakledilen bilgiler:
Bu türküyü Osman Akkoç ilk olarak, rahmetli Şevki Yıldıran amcasından duyuyor. 1959- 1960 yılları. Rahmetli mırıldandığı türkülerin hikayelerini de anlatırmış. Şevki Yıldıran’a göre; 1870 ila 1880 yılları arasında Acıpayam’dan gelip, Gölhisar’a yerleşen Madınlar ailesinin Yusuf adındaki oğlu askerdeyken, Havva adındaki eşinin ölümüyle, Yusuf aylarca dolaşıp, eşine yas tutar ve şiirler okur. Yusuf’un okuduğu şiirlerden biri, sonradan türküye dönüştürülür ve “Yada geceleri kalkar kalkar ağlarım” türküsü ortaya çıkar. İşte türkünün sözleri efendim:
*
Yada geceleri kalkar kalkar ağlarım,
Yada deli gönlüme teselli edip eylerim,
Yada geceleri kalkar kalkar ağlarım,
Yada deli gönlüme teselli edip eylerim,
Yada şu dünyayı top zülüfsüz neylerim,
Yada onun için açık gider gözlerim.
*
Yada gider yükseklere çıkarım,
Üç gidersem beş ardıma bakarım,
Şu sinemde bir ateştir yakarım,
Herkes duydu, kâr etmedi sözlerim.
*
Yağmur olur günden güne çağlarım,
Yada gider tenhalarda ağlarım,
Zehir oldu senelerim aylarım,
Aylar geçti, yıllar geçti özlerim.
*
Kırmızı gülün ömrü azdır tez geçer,
Kırmızı güller geçti, deli günlüm geçmedi.
*
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 10.07.2007) 2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 24.07.2007) 3- Gaziantep’te Zafer Gazetesi (23.07.2007), 4- Burdurlu’nun Sesi Gazetesi (21.07.2007), 5- Oğuzeli Gazetesi (Bucak- Burdur 21.07.2007) 6- Zümrüt Rize Gazetesi (24.07.2007), 7- Hürfikir Gazetesi (Lüleburgaz, 25.07.2007), 8- Kent Gazetesi (Kilis, 25.07.2007) 9- Burdurlu’nun Sesi Gazetesi (07.08.2007) 10- Çağrı Dergisi (Ankara, Sayı:587-2008)
22- BÜLBÜL YUVA YAPMIŞ TOP ZÜLÜFÜN ÜSTÜNE
Başlığımız bir türkü adı. Burdur- Teke yöresinin bilinen, ünlü türkülerinden hemde.
Burada, Tefenni’de, “Höyüklü Arap Mustafa” adıyla bilinen, bağlama sanatçısı, rahmetli Mustafa Kara’nın anlattığı bir türkü öyküsünden söze diliyor. Mustafa Kara’nın 1926 yılında doğup, 1977 yılında vefat ettiği hatırlatmasından sonra, “Bülbül yuva yapmış top zülüfün üstüne” türküsünün öyküsüne geçiliyor.
Yıl 1936: Aslen Antalya yöresinden olan, Tefenni’de öğretmenlik yapan öykümüzün kahramanı, bir gün sinekli yaylasına pikniğe gider. Orada bir göçer kızıyla tanışır. Bu kız o kadar güzeldir ki, öğretmenimiz kıza hemen aşık olur. Kız 19, Öğretmenimiz 50-55 yaşlarındadır.
Kızla konuşmak istemesine rağmen, kız yüz vermez. Öğretmenimiz bir gün ikindi vaktinde oralarda bulunmaya çalışır. Kızın babasıyla tanışır, ağzını arar. Kızın babası kızı vermeye hazırdır. Ama kızın gönlü yoktur. Kızın adı:Safinaz, öğretmenimizin adı: Mustafa’dır. Kız öğretmenimizi başından savmak için;
“Gelecek bahara biz yine geleceğiz. Söz veriyorum o zaman seninle evleneceğim” diye cevaplar. Öğretmenimiz sevinmiştir. Ancak, göçer ailesi üç yıl üst üste yaylaya gelmez.öğretmenimiz, Fethiye Akçay tarafında kızı aramaya çalışır. Sonunda bulur. Yine söz alır; “bu yıl geleceğiz, tamam” diyerek başından savar kızımız. Bir yıl sonra kızın yaylaya geldiğini duyan öğretmen, yaylaya çıktığında, kızın yanında bir delikanlı görür. Kız evlenmiştir. Öğretmenimiz şair ruhlu olduğu için alır sazı eline şunları söyler:
*
Duman mı çökmüş Karamanlı’nın üstüne,
Diyarı gurbetlere serivermiş postunu,
Bilbül yuva yapmış top zülüfün üstüne,
Top zülüfün sallama güzel yuva bozarsın.
*
Eklemedir Tefenni’nin dağları ekleme,
Suna boylum, kostağım yine geldi aklıma,
Evli olduğunu sakın benden saklama,
Eğer saklar isen, suna boylum var demem.
*
Turnamısın a sevdiğim yükseklerden uçarsın,
Şahinmisin ak göğsünü açarsın,
Nice sözler verip göğsünü açarsın,
Benim yaşım geçse de deli gönlüm geçmiyor.
*
Burada bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekiyor: Birinci mısrada “Karamanlı’nın üstüne” kelimelerinin halk arasında “Karaman’ın üstüne” şeklinde söylenmesinden dolayı, önceki yıllarda Konya’ya bağlı olan, sonradan il olan “Karaman” zannedilmektedir. Karaman yöresinde bu türkünün ritminde ve sözlerinde bir türkü olmadığı, bu türkünün tamamen teke yöresine ait olduğu yapılan araştırmalar sonunda kesinlik kazanmıştır. Bu türkünün günyüzüne çıkışındaki katkılardan dolayı Mustafa Kara’yla, türküyü arşivinde saklayan Ahmet Okatan’a saygı ve minnetlerimizi sunuyoruz efendim.
Not: Son dörtlüğün 3. mısrasındaki (göğsünü açarsın) yerine (sonra cayarsın) denilmesi daha doğru gibi, düşünülebilir. (İ.K.)
Kaynak kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 30.04.2008) 2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 15.05.2008) 3- 24 Saat Gazetesi ( Ankara, 15.05.2008) 4- Sonsöz Gazetesi ( Ankara, 16.05.2008) 5- Gündem Gazetesi (Ankara, 17.05.2008) 6- Kent Gazetesi (Kilis, 04.07.2008)
23- DASTARLI GELİN
Burdur merkez, ilçeleri, beldeleri, kısacası Burdur’un bütünlüğünde folklor zenginliği göze çarpar. Kabak kemanesi, sipsisi, bağlaması bir başkadır Burdur’un. Duyulmamış, dillendirilmemiş veya az söylenmiş türkülerinin sayısı oldukça fazladır.
Dastarlı gelin türküsünün iki türlü okunuşu ve iki ayrı hikayesi var.
Osman Akkoç Orman Muhafaza Memuru olarak çalıştığı yıllarda, Kozağaç eski belediye başkanlarından Mehmet Şentaş’la sık görüşür. Evine konuk olur, dinlenirler. Mehmet Şentaş zaman zaman değişik türküler mırıldanır. Ve “Ah benim ormancım, bizim oraların türküsü bitmez. Sana Dastar’lı gelin’in hikayesini anlatayım da dinle” der. Mehmet Şentaş şöyle devam eder:
“Dedem rahmetlinin bana anlattığına göre, 1340 yıllarında Hamitoğlu Mehmet beyin Dengere köyünde (Gölhisar sultanlığını) Sultanlığını ilan ettiği yıllarda, kadıların İbrahim adlı bir şahsın kızı olan Huriye ile Yıldızların Ahmet’in oğlu Feriştah, beşik kertmesiyle nişanlanırlar.
Huriye kızımız oğlanı beğenmeyerek, başka biriyle kaçar. Birara Çavdır’da görülselerde izlerini kaybettirirler. Yıllar sonra ortaya çıkarlar. Feriştah oğlumuz, Huriye kızımıza söz verdiği için başka biriyle evlenmemiş, bekar kalmıştır. Huriye’ye karşı sitemini şiire dökmüş, bu şiir sonradan türkü olarak söylenmeye başlanmış ve günümüze kadar gelmiştir.”
Türkünün bir başka hikayesi vardır. Olay 1939 yılında veya sonraki yıllarda geçmiştir. Ama, ikinci hikayeyle ilgili net bilgi bulunmamaktadır. Osman Akkoç “bu türküyü bir kez, Gölhisar’da bir düğünde rahmetli Tefennili Mustafa Kara’dan dinledim. Başka hiçbir yerde duymadım. Türkünün son kıtaları yas şeklinde, diğer kıtaları biraz kıvrakcadır” diyor. Dastarlı gelin türküsünün sözleri şöyle:
*
Dastar’ını örtüp örtüp bakarsın,
İnce fistan ile köşke çıkarsın,
Ayağına çifte halka takarsın,
Dastar’ını saklıyorum Huriyem.
*
Kozağacı Dağlarında kar oldun,
Yemin ettin başkasına yar oldun,
Şu Çavdır’ın yollarında sır oldun,.
Çok yalvardım söz tutmadın Huriyem.
*
Dengerenin Dağlarına çıkarım,
Çıkar çıkar, şu Çavdır’a bakarım,
Yemin ettim evlenmedim bekarım,
Yeminlerin hiç tutmadı Huriyem.
*
Kaynak Kişi: Osman Akkoç
Anlatım, düzenleme ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 27.06.2008) 2- Anayurt Gazetesi (Ankara, 07.07.2008) 3- Şafak Gazetesi (Aydın, 08.07.2008) 4- Oğuzeli Gazetesi ( Bucak-Burdur, 05.07.2008) 5- Önder Gazetesi (Keşan, 10.07.2008) 6- Çoruh’un Doğduğu Yer Gazetesi (Gümüşhane, 08.07.2008 ) 7- Kent Gazetesi (Kilis, 10.07.2008) 8- Şafak Gazetesi (Aydın, 14.07.2008) 9- Tefenni’nin Sesi Gazetesi (09.07.2008) 10- Pınar Gazetesi (Gölhisar, 20.08.2008)
24- ŞU DİRMİL’İN YAYLASI
Dirmil, Burdur’un ilçesi folkloru zengin, sipsinin başkenti. Siyasiler , Dirmil adını “Altınyayla” olarak değiştirerek sanki önemli bir iş ve görev yaptılar!. Halbuki, THM içerisinde yüzlerce halk türküsü Dirmil adıyla kayıtlara geçti.
Aşık Ömer Erkan: 1957 yılında Dirmil’de doğdu. Bağlama, sipsi, zurna ve davul çalan Aşık Ömer Erkan’ın kendisine ait olan ve seslendirdiği türküler vardır.
Aşık Ömer şöyle sesleniyor:
*
Karşı dağdan bir yol iner, iner dolanı dolanı,
Şu Dirmil’in coşkun çayı, akar bulanı bulanı,
Hani benim yarım, hani?
Erisin dağların karı,
Şu Dirmil’in büklüm yolu,
İner dolanı, dolanı.
*
Bahçelerde olur gazel,
Kimi okur, kimi yazar,
Dengini bulmayan güzel,
Ağlar, ağlar kendi gezer...
*
ŞU DİRMİL’İN YAYLASI
Curası sazı, sipsisi,
Halısı, çulu, kilimi,
Yaylalarda kekiği,
Gel gör gardaş Dirmili...
*
Şu Dirmil’in yaylası,
Serin olur havası,
Pek hoşuma gidiyor,
Güzeline bakması.
*
Elma toplarım, elma,
Dallarını kırmadan,
Kalk gidelim buradan,
Emin dayın duymadan...
*
Yazı ve sözlerin İsa Kayacan imzasıyla yayınlandığı gazeteler: 1- Belde Gazetesi (Ankara, 14.05.2009) 2- Gaziantep’te Zafer Gazetesi (21.05.2009) 3- 24 Saat Gazetesi (Ankara, 30.05.2009) 4- Sonsöz Gazetesi (Ankara, 31.05.2009) 5- Sorgun Postası Gazetesi (30.05.2009) 6- Burdurlu’nun Sesi Gazetesi (03.06.2009) 7- Ses- 15 Gazetesi (Bucak-Burdur, 06.06.2009) 7-Yenigün Gazetesi (Burdur, 22.05.2009)

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Tasavvuf edebiyatımızın ilk büyük şairi:
Yunus Emre (1)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Yunus Emre’nin şiirleriyle karşılaşmayanımız yok gibidir. O, Tasavvuf edebiyatımızın ilk büyük şairidir. Hayatı hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımızı biliyoruz. Yunus Emre’yle ilgili bildiklerimiz, din ve tasavvuf büyüklerinin rivayetlerinden oluşan menkıbelere dayanmaktadır.
Risaletü’n-Nushiye adlı mesnevisini 1307–1308 yıllarında yazmış olmasından yola çıkarak yaptığımız değerlendirmelere göre; XIV. Yüzyılın başlarına kadar yaşadığı kabul edilmektedir.
Son araştırmalara bakarsak; Yunus Emre’nin 1240–1241 yıllarında, muhtemelen Eskişehir’de doğduğu, seksen iki yıl yaşayarak 1320–1321 yıllarında vefat ettiği tahmin edilmektedir.
Yunus Emre’nin iki defa evlendiği, bu evliliklerinden iki çocuğunun olduğu, Konya, Şam ve Azerbaycan’ı dolaştığı bilinmektedir. Aşık Çelebi, Rıza Tevfik, Bursalı Mehmet Tahir, Hüseyin Vassaf gibi araştırmacılar, şairin okuma-yazma bilmediğini, medrese eğitiminden geçmediğini; İsmail Hakkı Bursevi, Abdulbaki Gölpınarlı, Faruk Kadri Timurtaş gibi araştırmacılar ise, medrese eğitimi almış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yunus’un ümmiliğini Hz. Peygamber’den kinaye bir ümmilik kabul edenler de vardır. Aslında Yunus, ümmi olmadığını düşündürecek kadar ilim sahibidir.
O’nun ilmi, ilahi aşk ve güzel ahlakla elde edilmiş ledünni (ilham yoluyla elde edilmiş) bir ilimdir. Menkıbeleri ve şiirlerinden anlaşıldığına göre; Yunus Emre, tasavvuf yoluna girmeden önce, güçlü bir medrese öğrenimi görerek yetişmiştir. Yunus Emre’nin menkbevi hayatı daha çok Hacı Bektaş-ı Veli “Velâyetname”sine dayanmaktadır. Rivayetlerden birine göre; Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıkar ve, “Ben bir fakir kişiyim. Bu yıl ekinimden nasip alamadım. Ümittir ki bu yemişi alıp buğday verirsiniz” der. Birkaç gün bekledikten sonra ayrılacağı Hacı Bektaş’a haber verilir.
Hacı Bektaş; “sorun bakalım, buğday mı ister, nefes mi?”der. Yunus’un “buğday” cevabı bildirilince, Hacı Bektaş-ı Veli; “Varın söyleyin, alıcın her tanesi için bir (iki) nefes verelim” buyurur.
Cevaben Yunus Emre; “Ehlim var, nefes karın doyurmaz. Lütuf ederse buğday versinler. Kifaf edelim” der. Hacı Bektaş-ı Veli bu defa; “Alıcın çekirdeğine on nefes verelim” dese de o kabul etmez. Kendisine istediği kadar buğday verilir. Yunus Emre yolda buğdayıyla giderken, “Vilayet eri bana nasip sundu, alıcın her çekirdeğine karşı on nefes verdi. Ne olmayacak iş ettim. Buğday sayılı günde tükenir, nefes bir ömür yeter. Ola ki himmet eder, nasibi verir” diye düşünür.
Yunus Emre Dergâha varıp halini arzeder. Hacı Bektaş’a istediği haber verilince, “O şimdiden sonra olmaz, biz onun kilidini Tapduk Emre’ye verdik”der. Yunus Emre bunun üzerine Tapduk Emre’ye gider. Tapduk Emre, “hoş geldin” halin bize arzolundu. Hizmet et, emek yetir, nasibini al” buyurur. Bunun üzerine Yunus emre, Tapduk dergâhına kırk yıl odun taşır. Bu kırk yıl boyunca Yunus Emre’deki istidat, tasavvufi eğitim yoluyla işlenir. Teslimiyeti, samimi hizmetleri sonucu olgunluk mertebesine erer. Daha sonra şiirleriyle halkı irşat etmek üzere yeniden gurbete çıkar.
Yunus Emre, Konya, Şam ve Azerbaycan dahil geniş sayılabilecek bir coğrafyayı dolaşmıştır. Çağdaşı büyük mutasavvıf Mevlâna Celâleddin’le görüşerek, yolculuğunu doğduğu yer olan Porsuk çayının Sakarya’ya döküldüğü Sarıköy’e dönerek tamamlamıştır. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de gömüldüğü yere, 1970 yılında yeni bir mezar yapılmıştır. Anadolu’nun birçok bölgesinde, Ona ait mezarın bulunması şaire duyulan büyük sevginin göstergesi olarak kabul edilmektedir.
***
Tasavvuf edebiyatımızın ilk büyük şairi:
Yunus Emre (2)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Kendisinden sonra gelen binlerce düşünce ve sanat adamını derinden etkileyen, şiirleri bugün de en az aydınlar kadar halk arasında dillerden düşmeyen Yunus Emre’nin, Türkçe edebiyatın en büyük şairi olduğunu söylemek yanlış sayılmaz.
Yunus emre, şiirlerinde kullandığı süsten, gösterişten uzak temiz bir Türkçe ile şiirimizin en temiz ve berrak kaynaklarından birini oluşturmuştur. Allah ve insan sevgisini, dostluğu, kardeşliği, merhamet ve yardımlaşmayı esas alan, öğütleyen İslâm tasavvufundan kaynaklanan ve güçlü bir lirizmle beslediği şiirlerinin yüzyılları aşıp gelmesi tesadüfi değildir.
Bazı şiirlerinde aruzu, büyük çoğunlukla hece

ölçüsünü kullanan Yunus Emre’nin Divan’da üçyüz altmış kadar ilâhi ve nefes topladığı görülmektedir. Şiirinin temel birimi beyit, biçmi ilâhidir. Müstezat ilâhiyi sever. Aruzla yazar, Türkçe hece ölçüsüne uygun olan “hezec” ve “recez” bahrlarını kullanır genellikle. Kusursuz bir kafiye yapısına sahip Yunus Emre, Türk tasavvuf edebiyatının ilk büyük şairi olarak kabul edilmektedir. Yunus Emre, bir ozan, yahut bir saz şairi değil, dini-tasavvufi Türk edebiyatı alanında kendine özgü bir tarzın temsilcisidir.
Kur’an ve sünnet esaslarından hareketle, bütün insanlığı Allah’ı zikre ve kardeşliğe davet eden Yunus Emre, şiirlerinde, ölüm, fanilik, gurbet ve dervişlik konularını işlemiştir. Yine de onun şiirlerinde en çok işlediği konu ilahi aşktır. O’na göre “aşk makamı” yüce bir makamdır.
Yunus Emre, ne dünya, nede ahiret hesabındadır. O, hasret ile doludur. İlâhi aşktan sonra, Yunus Emre’nin düşüncesinde, en köklü yere sahip olan fikir, ölüm fikridir. Şaire göre ölüm “sevgiliyle buluşmaktan” başka bir şey değildir.
Beylikler döneminin karışık Anadolu’sunda yaşamış olan Yunus Emre, dünya ile tümüyle bağlarını koparmamıştır. Bu nedenle de gündelik olaylar şu dörtlüğünde olduğu gibi karşımıza çıkar:
Bu dünyada bir nesneye,
Yanar içim, göynür özüm,
Yiğit iken ölenlere,
Gök ekini biçmiş gibi..
Yunus Emre’nin dili, ortak İslâm medeniyeti içinde öteden beri gelişmeye başlamış ve ortak medeniyet dillerinden Türkçeleştirilmiş kelimelerle zengin bir İslâmi Türk dilidir.
Orta Asya’da Ahmet Yesevi ile başlayan tasavvuf şiirinin doruk noktasına Yunus Emre ile çıktığı, Anadolu erenlerinin en büyüğünün Yunus Emre olduğu kabul gören gerçeklerin başında gelmektedir.
Yunus Emre’nin üçbin şiir söylediği, fakat bu şiirlerin Molla Kasım adlı bir zahid tarafından şeraite aykırı bulunduğu için tahrip edildiği, yılların gerisinden gönümüze akıp gelen değerlendirmelerdendir. Molla Kasım, Yunus’un şiirlerini ele geçirip, bir su kenarına oturur. Bin tanesini yakar, bin tanesini de suya verir. Üçüncü bindeki şiirleri okumaya başlayınca, şu dizelerle karşılaşır:
Derviş Yunus bu söze eğri büğrü söyleme,
Seni sığaya çeken bir Molla Kasım gelir..
Bu beyti okuyan Molla Kasım şaşırır, tövbeye gelir ve Yunus Emre’nin ermiş bir kişi olduğuna inanır. Ne var ki iş işten geçmiştir. Elde sadece bin tane şiir kalmıştır.

***
FOTOĞRAF: MOLLA KASIM (YUNUSCA-Mustafa CEYLAN)
*******************************************************
Tasavvuf edebiyatımızın ilk büyük şairi:
Yunus Emre (3)

Prof. Dr. İSA KAYACAN
ESERLERİ:
Yunus Emre’nin iki eseri vardır. Bunlardan Risaletü’n Nushiyye olarak bilineni 1307 yılında mesnevi şeklinde yazılmış, tasavvufi bir nasihatnamedir. Yunus Emre’nin bu eserinde ahenk ve âşıkanelik olmamakla birlikte sembolizmi mükemmeldir. Eserde kavramlar soyut olup teşhis sanatıyla işlenmiştir. Didaktik bir eser olan bu risale, insanın kâmil olma yolunda yaşadığı manevi yolculuğu anlatır.
Yunus’un öteki asıl eseri ise, düşünce dünyasını da ortaya koyduğu Divan’dır. “Yunus olduysa adım pes ne aceb/Okuyalar defter-ü divanımı “beyitinden anlaşıldığı kadarıyla, Yunus Emre hayattayken Divan-ı bulunuyordu, şeklinde yorum yapmak, bunu gerçek olarak kabul etmiş yanlış olmaz.
Yunus Emre’yi ilim ve edebiyat dünyasına ciddi anlamda tanıtan ilk kişi, isim ve imza Fuat Köprülü’dür. “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918)” adlı eserinde Ahmed Yesevi ve Yunus Emre etrafında gelişen Türk tasavvuf edebiyatı tarihi, geniş şekilde incelenmiştir.
Cumhuriyet döneminde Yunus Emre üzerine ilk ciddi araştırmayı ise Burhan Toprak yapmış ve Yunus’un şiirlerini “Yunus Emre Divanı-(1933–34)” adıyla yayımlamıştır.
HAKKINDA YAZILANLARDAN
1- Yunus Emre bir bakıma Mâvlana ile adeta aynı inancı ve aynı dünya ve hayat görüşünü paylaşmıştır. Mevlâna’nın Farsca terennüm ettiklerini, çok uzun ve geniş bir ufukta, bize aydınlığı gösterdiklerini Yunus Emre çok daha kısa tesirli bir Türkçe ile şakımıştır. (Abdülkadir Karahan)
2- Yunus Emre’nin sanatı tamamiyle “Milli” yani “Türk” bir sanattır ki, bunu tahlil edecek olursak, başlıca iki unsura tesadüf ederiz: Evvela ona ahlaki-süfiyane esaslarını veren “İslami-Nev-Eflâtuni” unsur. İkinci olarak; lisanın edasını, şeklini, veznini veren milli unsur. Birisi “Esas”ı, diğeri “Şekl”i teşkil eden bu iki unsur. (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 1986)
3- Bu dünya, insanın bakıp bakıp doyamadığı kızıl, yeşil donanmış pırıl pırıl bir gelindir. Ölümü en sakin ve soyut çizgilerle anlatan Yunus, ölüme geçiş acılarını en dehşetli imajlarla, hayatı da bir çocuğun dünyaya bakışı kadar taze, renkli ve parlak, canlı kelimelerle anlatıyor (Sezai Karakoç, Yunus Emre, 1989).
4- Şiirimizin ustalarından, rahmetli Halil Soyuer’in sekiz dörtlükten meydana gelen “Gizlidir” başlıklı şiirinin bir dörtlüğü: Halil diye doğmuş biri/Yunus olmuş onun pir’i/Belki de bunca şiiri/Yazanda, Yunus gizlidir..
ŞİİRLERİNDEN
Yunus Emre’nin şiirlerinden: 1-Aşkın aldı benden beni/Bana seni gerek seni/Ben yanarım dün-ü günü/Bana seni gerek seni (Kül’den)
2- Bir garip ölmüş deyeler/Üç günden sonra duyalar/Soğuk su ile yuyalar/Şöyle garip bencileyin (Soğuk su’dan)
3- Gökyüzünde İsa ile/Tur dağında Musa ile/Elimdeki âsâ ile/Çağırayım Mevlâm seni (Dağlar ile, Taşlar ile’den)
4- Ne dilersen Haktan dile/Kılavuzla gir doğru yola/Bülbül âşık olmuş güle/Öter “Allah” deyu deyu (Şol cennetin ırmakları’ndan)
5- Gönlüm düştü bu sevdaya/Gel gör beni aşk neyledi/Başımı verdim kavgaya/Gel,gör beni aşk neyledi (Baştan ayağa yâreyim’den)
6- Bir hastaya vardın ise/Bir içim su verdin ise/Yarın anda karşı gele/Hak şarabın içmiş gibi (Gök Ekini’nden)
KAYNAK: Işık, İhsan: (Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, cilt 9 Ankara 2007)
***

Münevver Düver’in sanat dünyası
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Son yıllarda, şairelerimiz arasında, münevver Düver ismi ve imzası dikkat çekmeye başladı. Ankara’daki imza günleri bu dikkat çekişin başlangıcı oldu. Değişik sanat etkinliklerindeki performansı o’nun sanat ve edebiyata verdiği önemi gözler önüne serdi.
Adana’dan iki gazete geldi geçenlerde. Bu gazeteler, “Zirve” ve “Türkay Haber” adlarının taşıyıcısıydılar.
ZİRVE GAZETESİ: Günlük olarak sekiz sayfayla yayınlanıyor. Ofset tekniğiyle okurlarının karşısına çıkan, çıkarılan gazetenin sahibi: Kürşat Uçuk. Sorumlu yazı işleri müdürü: B. Ali Güvensoy. Yayın kurulu var. Yerel haberlerin ağırlıklı olduğu gazete sütunlarında değişik makale yazarları dikkat çekiyor. Bu arada, Münevver Düver’in hazırladığı, “Dilin isyanı” ana başlığı altında verilen, yayınlanan şiirlerin imza sahipleri şöyle sıralanmakta:
Mansur Ekmekçi, Murat Duman, Nevzat Seçen, Kerim Özbekler, Nusret Turan, İsa Kayacan, Hatice Türken, Ahmet Canbaba, Şükrü Öksüz, Gündüz Aydın, Münevver Düver, Bolat Ünsal. Şimdi, Münevver Düver’in “Adana ve ilçeleri güzellemesi”nden bir dörtlük sunalım:
Dünyanın gözünde her dem uludur,
Bir başka güzeldir canım Adana’m,
Dört kıtadan geçen kervan yoludur,
Bir başka güzeldir, canım Adana’m…
şimdi ikinci gazetemiz “Türkay Haber’in sayfalarına dönelim efendim. Buyurun:
TÜRKAY HABER GAZETESİ
Ferman Gökdal’ın sahipliği ve genel yayın yönetmenliğinde yayınlanan Türkay Haber’in sorumlu yazı işleri müdürü: Verda Yoldaş. Haber müdürü: Dursun Dağtekin, Reklam ve abone sorumlusu: Dilek Özsoy. Kültür Danışmanı: Münevver Düver.
Gazetenin ikinci sayfasında, tam sayfada kültür penceresinden bakıyor Münevver Düver. Pek çok şairin fotoğraflarıyla birlikte şiirleri yer alıyor. Gazetenin 108 nci sayısındaki kültür sayfasında şiirleri yer alan şairlerimiz:
Nusret Turan, Kerim Özbekler, Ahmet Sargın, Nevzat Seçen, Şükrü Öksüz, Münevver Düver, Murat Duman, Bolat Ünsal, İsa Kayacan. Şimdi burada kendim için iltimas geçip gazetenin ilgili sayfasında yer alan “Ece Köyünde Akşam” adlı, başlıklı şiirimin son dörtlüğünü aşağıya almak istiyorum:
Bu yamaçların ta eteğinde,
Görünür selvilerin gölgesi,
Sonra arıların peteğinde,
Bir vızıltı, bir de ezan sesi.
Böylelikle, gazetede “fısıltı” diye yazılan kelimeyi, vızıltı” olarak düzeltmiş olduk efendim.
Türkay Haber gazetesinin 100 ncü sayısı da elimde. Münevver hanım bu sayıdaki kültür penceresinden bakışında, sayfanın tümünü bendenize, yani İsa Kayacan’a ayırmış. Teşekkürlerimi sunmak istiyorum buradan. Mansur Ekmekçi, Münevver Düver ve Baki Yıldırım’ın 2008’in ortalarında yaptıkları Ankara seyahatleri sırasında, Davut Cömert’in bürosundaki görüntülerimiz de sayfanın zenginliğini sağlamış.
Burada, Münevver Düver’in, “Kutsal kültür hizmetinin hizmetkârı: İsa Kayacan” şeklinde kullandığı başlık hoşuma gitti, beğendim.. Bir teşekkür de bu sayfa ve anılan başlık için efendim.
GÜNÜN HABERİ: Gazeteci- Teknoloji uzmanı Hüseyin Kayacan, Burdur’da bir “ilk” yayın olacak “Burdur fıkraları” adlı araştırmasının kitap- yayın hazırlıklarını sürdürüyor. İlgili çevreler Hüseyin Kayacan’ın bu konuda geciktiği yönünde yorum yapıyorlar.
***
Şeyh Ali Semerkandi
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Ankara’nın ilçesi olan, bir şiir etkinliği vesilesiyle gittiğimiz Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi’yi daha yakından tanıma fırsatı bulduk.
İstanbul Gaziosmanpaşa Müftüsü Hüseyin Aşık’ın yazdığı, kaleme alıp yayınladığı bir kitap var bize ulaşan. Tam adı:
Çamlıdere’de medfun Kibar-ı Evliya’dan Şeyh Ali Semerkandi. Hayatı Menkıbeleri.
248 sayfalık kitabın arka kapağında, hepimizin bildiği ve sık sık söylediği “Niyet hayır, akıbet hayır” sözü var. Bu ünlü sözün Şeyh Ali Semerkandi’ye ait olduğunu hatırlıyoruz.
Çamlıdere’li aydınlar, Şeyh Ali Semerkandi’yle ilgili geniş bilgi sahibiler. Türbe ziyaretimiz sırasında bize verdikleri bilgiler detaylı. Çamlıdere eski müftüsü Hüseyin Aşık’ın yazdığı bir önsöz var. Bir yerinde:
-“Ankara ili’nin Çamlıdere ilçesinde medfun bulunan Şeyh Ali Semerkandi hazretleri büyük velilerden biri olup, ibret dersi veren örnek bir hayat levhasının sahibidir” deniliyor.
Sayfa 12’de bir hatırlatma var. Burada;
-“Şunu açıkca belirtmek gerekir ki Şeyh Ali Semerkandi’nin ismi Türkiye’nin yani Anadolu’nun bazı yerlerinde bazı türbelere ve bazı makamlara yöneltilerek yadedilir. Hatta İslâm âleminin bir çok yerlerinde de geçer. Yalnız muhtelif yerlerde Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin ismini taşıyan türbelerde yatan zatlar bu zatın halifeleridir” denilmektedir.
Kitap içinde, Şeyh Ali Semerkandi’nin sözlerinden, mesnevisi olarak kabul edilenlerden örnekler var. Bunlardan:
Besmele ile başlarım söze,
Allah’tan oldu ilham bize,
Neler görünüyor gözümüze,
Bir Arifi billahi anlatayım size.
*
Rasüllah Mekke’den Medineye göç etti,
Bir hurma ağacı kendine tazim etti,
Bu mübarek ağaçtan bir çubuk kesti,
O çubuğu Asay-i şerif yaptı
Şeyh Ali Semerkandi: Ankara ilinin Çamlıdere ilçesi kabristanında mevcut bulunan türbesinde mütevellileri, halifeleri, müridanı ve gönüldaşları ile yatan Şeyh Ali Semerkandi, hicri 720 ve miladi 1300 senesinde İsfahan’da doğdu. Hz. Ömerü’l-Faruk’un dördüncü batından zuhur eden nesline mensup torunudur.
GÜNÜN HABERİ: Burdur’da şehit annesi Vesile Alyanak’ın “Ümit” adlı şiir kitabı Valilik yayını olarak günyüzü gördü. Tebrikler Vesile Anne, tebrikler Sayın Vali İbrahim Özçimen.
***
Yazanlar... Yazılanlar
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Yazanların yazdıkları, yazılarak ortaya konulanlar. Hep önemlilik taşır, anlam zenginliği taşır. Şairleri, imza sahipleri itibariyle gündemimde yer alanlar… Şiirlerinden kısa kısa bölümler:
GÖR (Mustafa Ceylan)
Işık salkımıyla bağ yap özünü,
Hoşça bak her şeye, çevir yüzünü,
Karanlık gecede yumma gözünü,
Soğuk güneşlere sıcak, ol da gör.
‘Ölmeden evvelce öl”de böyle gör.
Mustafa Ceylan’ın bu şiiri altı dörtlükten meydana geliyor. Son bölüm vurgulanmış, beş mısra ile şekillendirilmiş, anlatılmış., bütünleştirilmiş.
SU (Abdullah Satoğlu)
Lale şairi olarak bilinen Abdullah Satoğlu’nun ünlü su şiiri de zihinlerdedir. Su gerçeğini en iyi anlatanların başında yer alan Abdullah Satoğlu, bu şiirinde şöyle söze başlıyor:
Ey Rab’bın en büyük nimeti,
Sen Kâbe’de Zemzem,
Cami avlusunda sebil,
Erciyes’te pınarsın,
Aband’da gölsün nefis bir tablo gibi,
Gül yaprağında şebnem,
Her duasında rahmetli annem:
“Su gibi aziz ol!”derdi.
Annem gibi aziz olan su,
Sebil sebil cami avlusu..
Arkasından, 20 Ekim 2008 tarihinde aramızdan ayrılan İlkan San’ın “Yolcuyum Dostlar” adlı şiirinden aldığımız bir dörtlük efendim:
YOLCUYUM DOSTLAR (İlkan San)
Şiirde, şarkıda adım kalacak,
Sevdiğim insanlar beni anacak,
Batmayan güneşim orda doğacak,
Bir başka aleme yolcuyum dostlar..
Şiirler, yazanlarıyla, daha doğrusu şairleriyle biliniyor veya unutuluyor. Zaman bu konuda en hassas terazi. Bir başka şairin, daha doğrusu şaire Kadriye Göktepe’nin bir dörtlüğü efendim:
BARIŞIK (Kadriye Göktepe)
Gönlüm senle barışık,
İstesem de küsmüyor,
Aklım karma karışık,
Ne yapsam çözülmüyor..
Yazanların yazdıkları… Yayınladıkları..Bize ulaşanlar, bunların bölümleri arasından seçip sayfaya, sütunumuza aldıklarımız.
GÜNÜN HABERLERİ:
1- :Burdur Gazetesinin 15.08.2009 tarihli sayısında yer alan gazetenin muhabirlerinden Hacer Zeren’in yazar Yusuf Erkan’la yaptığı ropörtajın bir yerinde; “Burdur’da kısır çekişmeler var. Kabul etmek gerek” denilişi anlamlı ve dikkat çekiciydi.
2- Serhad Artvin Gazetesinin 13.08.2009 tarihli sayısında yer alan görüntülü haberlerden birinin; “Şavşatlı Şair Ercan Gündüz yayınladığı şiir kitaplarını satamadığı için çöp kutularına atıyor” şeklinde başlık taşıması, Türkiye’de sanat ve edebiyata verilen önemin göstergesiydi.
***
Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Zaman zaman sorarız: Emniyette miyiz?.
Emniyette olduğumuzu söyleriz, böyle kabul ederiz. Daha doğrusu böyle kabul etmek doğrularımız arasında yeralır.
Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi mesleki, fikir, hizmet içi eğitim haberleşme ve kültür dergisi olarak üç ayda bir yayınlanıyor. Anılan derginin eski sayılarından biri 57 nci sayısı, Temmuz -Ağustos-Eylül 2008 aylarına ait olan sayısı elimde.
106 sayfalık derginin sahibi: Vali, Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal. Genel Yayın Yönetmeni ve Yayın Kurulu Başkanı: Mustafa Çankal. Değişik isim ve imzaların derginin başka bölümlerindeki hizmetlerinde görevli oldukları görülüyor.
Polis Dergisinin haberleşme adresi: Necatibey Cad. No:70 Çankaya-Ankara, şeklinde kaydediliyor.
Oğuz Kağan Köksal imzalı bir başyazı. Bu başyazının bir yerinde; “Polisiye başarının salt çalışmayla sağlanamadığı, toplumsal desteğin de bu başarıda önemli bir gösterge olduğu gerçeğinin de farkındalığını yakalayan polisimiz, toplum destekli polis uygulamalarıyla başarılarını desteklendirmektedir” deniyor.
Derginin sayfalarında makale ağırlıklı bir yayın görünümü ortaya konulmakta. Bu alandaki isim ve imzalardan bazıları: Dr. Erhan Güney, Fatih Balcı, Eyüp Şahin, Rahmi Töre, Mustafa Baz, Gökhan Akkoca, Zafer Tunç, Muharrem Canpolat, Dr. Aygün Erdoğan, Murat Günbeyi, Tarkan Gündoğdu, Hüseyin Öztürk, Özlem Dalabakan, Bülent Tansel, Barış Akgüç, Serdar Ünaldı, A. Serdar Çelebi, Erkut Kırmızıoğlu, Haberler: Polis dergisi imzasının taşıyıcıları efendim.
Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal’ın bir eğitim seminerinde yaptığı konuşmalardan spotlaştırılanlar arasında yeralanlardan bazıları:
- İlçe Emniyet Müdürlüğü, sadece polislik değil, aynı zamanda yöneticilik gerektirir,
- İletişimin önemli bir yönü de hizmet ettiğimiz halkımızla olan iletişimdir,
- İnsanların bir görevi başarıyla yapabilmesi için bulunduğu görevi önemsemesi birinci şarttır.
- Bir personelin ses tonu kuvvetlidir ve etkili olabilir. Vatandaşla muhatap olacak olan personelin etkili ses tonunun yanı sıra düzgün diksiyona sahip olması da önemlidir. Karakola gelen vatandaşla ilk olarak böyle personelin muhatap olması gerekir.
EMNİYETTE MİYİZ?
22.05.2008 tarihinde güpegündüz saat 16.00’da çelik kapı kırılarak evimdeki laptop (bilgisayarımı) çalanlardan haber yokken, burada yine aynı soruyla devam etmek ve Ankara AŞTİ’ deki bir hırsızlık olayından bahsetmek istiyorum: Bu satırların yazarı olarak bendeniz, 17 Ağustos 2009 pazartesi günü 14.30 Kamil Koç otobüsüyle İzmir’den hareket edip, 23.00 dolaylarında Ankara’ya indim. İniş sırasında, cüzdanım içindeki fişleri çıkartıp, cüzdanımı cebime koyarak, bagajdaki eşyalarımı aldım. 10-15 adım sonra, cüzdanımın yerinde olmadığını fark ettim. Geri döndüm, otobüs görevlileriyle, otobüsün içine baktık. Cüzdanım yoktu. İçinde nüfus cüdanım, sürekli basın kartım, TC Başbakanlık emekli kartım, Garanti Bonus kartım, Vakıfbank kredi, Ziraat Bankası Bankamatik kartım, Gazeteciler Cemiyeti kartım, İLESAM kartımın bulunduğu cüzdanımın çalındığına ilişkin başvurumu, AŞTİ içindeki polis karakoluna bildirdim.
Burada görevli polisin “belge almak istiyorsan Çiftlik Polis karakoluna gideceksin” demesi üzerine, “neden oraya?" diye sorduğumda, kendilerinin “nokta” yani yönlendirme görevi yaptıklarını söylemesi beni üzdü. Cüzdanım çalınmıştı, param yoktu. Çiftlik karakoluna hangi parayla nasıl gidecektim?. Buradaki çelişkiyi çözemedim!..
19.08.2009 tarihinde Çiftlik Polis Karakoluna gittim. Tutanak tutuldu, bir örneği bana verildi. Cüzdanım ve içindekilerden ses yoktu. Öğrendim ki, Jandarmadan alınan görevlerin büyük bölümü Çiftlik Polis Karakolunun hizmet alanına dahil edilmiş. Bu semtler: Çayyolu, Ümit köy, Dodurga, Alaçatı, Koru sitesi, Yaşam kent şeklinde sıralanıyordu!. Bu bölgeler için tek karakol yeterli mi acaba?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Nazlı’dan:
Farklı düşünceler ve bir şiir
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Nazlı’nın kim olduğunu biliyorsunuz. Torunum. 2009–2010 öğretim döneminde ilköğretim 5 nci sınıfta okuyacak. Ankara’da, Arı Okullarında öğretimini sürdürüyor.
Nazlı, zaman zaman değişik konulardaki görüşlerini ortaya koyuyor Yazdıklarını ileride bir kitapta toplama düşüncelerini bile ifade etmeye başladı. Maşallah!
NAZLI’DAN FARKLI DÜŞÜNCELER
Nazlı’nın farklı düşünceleri var yenilerde yazdığı. Noktası, virgülüne dokunmadan aşağıda sunuyorum efendim:
-Kimi zaman insanlar, aynı durumun karşısında üzülüyor veya seviniyorlar. İşte bu durumlardan bazılarını gözlemledim. Bir hafta süren bu gözlemleme sonucunda bazı bilgilere ulaştım;
Bir arkadaşımızın bacağı veya kolu kırıldığında verilen tepkiler:
1- Bacağı veya kolu kırılan kişinin düşmanıysa veya kıskanıldığı birisiyse sevinir.
2- Yakın arkadaşı, kardeşi, babası vb.. ise üzülür ve kimi zaman ağlar.
Bir oyun oynarken arkadaşlarımızdan biri yansa (hakları bitse) kişilere göre verilen tepkiler:
1- Oyunda yanan kişinin tarafındalarsa ve aynı görevi yapıyorlarsa üzülür.
2- Oyunda yanan kişinin karşı tarafında oynuyorsa sevinir.
Bazı gözlemlerimden sadece ikisi. Daha birçok gözlemlediğim sonuçlar var. Burada göstermek istediğim ve çıkardığım sonuç bence şu:
Hiçbir insanın duyguları aynı değildir. İnsanlar farklı durumlar karşısında farklı tepkiler gösterebiliyor. Burada kısa kesmek istiyorum. Beni dinlediğiniz, yazdıklarımı okuduğunuz için hepinize çok teşekkür ederim. Sağlık ve mutluluk dileklerimle (Nazlı Aykut, 5-A, 247- 09.08.2009-Ankara)
Okuyucularım için not: Okumaya devam edin; Çünkü yazmaya devam edeceğim.
NAZLI’DAN BİR ŞİİR
Nazlı Aykut (Arı İlköğretim Okulu, sınıf 3-A, No:247 Ankara) imza ve notuyla, “Bir anne şarkısı” başlığıyla bir şiir yazdı. Bu şiir 01.08.2008 tarihinde başlamak üzere toplam 7 ayrı gazetede yayınlandı. Nazlı’nın “Bir anne şarkısı” başlıklı şiirini aşağıya alıyorum. Buyurun birlikte okuyalım:

BİR ANNE ŞARKISI (Nazlı Aykut)
***
Gözlerin bana; duygu verir,
Saçların bana, pırıltı verir,
Ellerin bana; sıcaklık verir,
Sesin bana; huzur verir,
Senin adın; anne..
Annemsin, canım annemsin,
Güzel annemsin,
En önemlisi; benim annemsin,
Ve bir meleksin..

***
Nazlı’nın ilköğretim 3 ncü sınıftayken şiiriyle ortaya koydukları. Yazımızın ilk bölümündeki duyguları ise 2009 yılının ortalarındaki duyguları... Tebriklerimi sunuyorum, sevgiyle Nazlı’nın yanaklarından öpüyorum.

***
Tefennili Ahmet Yamacı’nın
heykeli, ne zaman dikilecek?
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Bu sorum, Burdur merkez Belediye Başkanımıza, Burdur valiliğimize ve Tefenni Belediye Başkanlığınadır. Bu üç makamda oturan değerli yöneticilerimizedir.
TRT repertuarına 650’den fazla türkü ve oyun havası kazandıran, İstanbul Radyosu Yurttan Sesler Korosu’nun şefi, Tefennili, Burdurlu olmasından dolayı gurur duyduğumuz, iftihar ettiğimiz Ahmet Yamacı’nın, Burdur merkez ve Tefenni ye heykelinin dikilmesi sürpriz, yani bir yenilik olmayacaktır.
Yozgat’ta Nida Tüfekçi’nin, Kırşehir’de, baba Muharrem Ertaş ve oğul Neşet Ertaş’ın, Denizli’de Özay Gönlüm’ün heykelleri vardır ve örnektir. Gerçi Burdurlular, daha doğrusu Burdur yöneticileri her nedense heykelleri pek sevmiyorlar ama, kadirbilirlik örneklerle zenginleşen bir anlayış, yaklaşımıdır.
AHMET YAMACI
1926 yılında Burdur ilimizin, Tefenni ilçesinde doğdu. Bölgenin en iyi müzisyenlerinden biri olarak bilinen çocuk yaşta kaybettiği babası, yörede Çil Mehmed adıyla bilinirdi. Anası ise Kasap Halil’in kızı Fatma‘dır.
Ahmet Yamacı, müzikle adeta bütünleşmiş bir ailenin 5 çocuğundan en küçüğü olarak biliniyor. Babasının ölümünden sonra ondan hatıra olarak kalan bir bağlama ile ölümünden 5-6 yaşlarında halk müziği çalışmalarına başlayan Ahmet Yamacı, iyi bağlama çalan amcasının yardımıyla bağlama çalmayı ilerletti.
İlkokulu Tefenni’de bitirdikten sonra 1939 yılında Ankara-Kırıkkale Gedikli Sanat Okuluna girdi. Ailevi nedenlerden dolayı buradan ayrıldı. 1940 yılında sınavla Gönen Köy Enstitüsü’ne (ilköğretmen okuluna) öğrenci olarak girdi. Burada öğrencilik yıllarında, Mandolin, Keman, Akordeon, ağız mızıkası çalmasını öğrendi. Ahmet Yamacı bu yıllarda, halk oyunlarımızı oynamaya, başkalarına öğretmekten zevk almaya, duymaya başladı.
1944 yılında Ankara Radyosunda açılan bir sınavı kazanarak, halk müziği dalında ilk memur saz sanatçısı olarak göreve başlayan Ahmet Yamacı, Ankara Devlet Konservatuarı öğretmenlerinden Saadet İlkesus ve Nurullah Taşkıran’dan dersler aldı. 1946 yılında asker oldu. Askerde saksafon çalmasını öğrendi ve notasını dahada ilerletti. Askerlik dönüşü Radyodaki görevine döndü. Ankara merkez ve ilçelerindeki halk evleriyle Ankara Atatürk lisesinde bağlama sanatçısı olarak öğretmenlik yaptı. Pek çok halk müziği sanatçısının yetişmesinde emeği bulunan Ahmet Yamacı, Muzaffer Sarısözen’den yararlandı.
1954 yılında İstanbul Radyosunda kurulan “Yurttan Sesler Korosu”na şef olarak atanan Ahmet Yamacı nın 1955 yılında Behçet Kemal Çağlar’la birlikte hazırladıkları “Güzel Vatanımızdan” adlı program ilgiyle karşılandı.
Aksaray Musiki Cemiyetince Cağaloğlu’nda açılan özel Konservatuar, Beşiktaş Barbaros İlkokulu ve Hakevinde Halk Müziği sevenlere solfej, Nota, Saz ve ses dersleri veren Ahmet Yamacı’nın yetiştirdiği binlerce öğrenciden bazıları radyo ve sahnelerde sanatlarını icra etmektedirler. Ankara Radyosunda iken bir eğlence programında şelpe tabir edilen (tezenesiz) bağlama ve cura çaldığı zaman, izleyiciler tarafından dakikalarca alkışlandığı, kayıtlarda yer almaktadır.
Berlin’de yapılan Dünya Film Festivalinde birincilik kazanan Türk filmi “Susuz Yaz”ın müziğini yapan Ahmet Yamacı, yurdumuzun 60 ilini ve ilçelerini gezerek buralardan 500’den fazla türkü 150 kadarda oyun havası derleyerek, TRT Müzik Dairesi Türk Halk Müziği ve Oyunları Repertuar Kurulunca kabul edilmeleri sonucu yayınlanmalarını sağladı. TRT Müzik Dairesi Halk Müziği Repertuar ve Denetleme Kurulu üyeliği, TRT’de yetiştirilmek ve yetişmiş olarak alınan halk müziği sanatçılarının sınavlarında jüri üyeliği, TRT İstanbul Radyosu THM ve oyunları şube müdürlüğü de yapan Ahmet Yamacı 21.03. 1987 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi.
***
Yaşar Gürlek’in şiir dünyası
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Sanat ve edebiyatımız alanındaki imza ve çalışma sahiplerinin, zaman içinde bir noktadan diğer noktaya, yani olumluluk ve gelişme çizgileri üzerindeki görüntüleriyle karışımıza çıkmaları, bizleri sevindirir.
En çok üzerinde durulan, çalışılan, mesai harcanan edebiyatımızın ilk ve önemli dallarından şiir dünyasında gezenlerin, gezme çaba-gayreti içinde olanların sayısının fazlalığı, üzüntüyle ifade edelim ki, bizi sevindirmiyor, sevindiremiyor.
Hele internet şairliğinin ortaya çıkmasıyla, şiirimiz adına sevinmek, gerilerde kalıyor, bu üzüntü sürüp gidiyor.
Yaşar Gürlek (Yaşari), yurtdışında yaşayan şairlerimizden biri. Ama, O’nun mısralarındaki sevgi sağlamlığı, vatan hasreti bitmiyor bitecek gibi de görünmüyor. Hatta ilk kitabının adı: “Bitsin Bu Hasret”. Hangi anlamda, manada alırsanız alın, hasret var, sürüp gitmemesi için “bitsin bu hasret” dilek ve temennisinde, beklentisinde bulunuluyor.
Yaşar Gürlek’in ikinci şiir kitabının adı: “Korkma Tut Ellerimden” olarak karşımıza çıkıyor.
Aysel Al’ın editörlüğünü yaptığı, Yaşar Gürlek kitaplarındaki şiirler üzerine şöyle bir göz attığımızda; sevginin, beklentinin, burukluğun, şair yaşantısındaki nezaket ve hoşgörülü olmanın özellik ve güzellikleriyle karşılaşırız. Yaşar Gürlek şiirlerinin temelinde, çekirdeğinde var olanlar, yaşama arzusu, sevgi sıcaklığını kaybetmeme, “korkma tut ellerimden” seslenişindeki iyi niyet, gelecek garantisi bizi hep sevindirmiştir.
Hollanda’da yaşayan Yaşar Gürlek’in şiirlerinin altında, yazılış tarihi ve yeri (şehir adı) hep kaydedile gelmiştir. Yalnızlığı sevmez, temenni ve dualarda bulunur sıklıkla, vakitli vakitsiz.
-“Bu garip neylesin sensiz baharı/Bağların gülleri açsın neyleyim” diyerek, göz göze bakışmak, yaklaşmak arzusunun netliğini ortaya koyar Yaşar Gürlek. Yalnızlığın bir gün gelip giderileceğini, giderilebileceğini düşler sürekli.
-“Ağlama boş yere ey deli gönül/Seninde halinden bilenler olur:” mısralarında başlayan gerçekler içindeki beklentiler bir rüzgâr hızıyla hemde ses vererek sergilenir şair gönlünde, Yaşar Gürlek dünyasında.
Ayrılıkların önü kesilsin, uzun sürmesinler isteği, beklentisi her şairde olduğu gibi, Yaşar Gürlek’te de vardır. Bazen karar verip yola çıkmak, aradığını bulmak ister. Sıkıntılarla karşılaşınca, “düşman mısın?” diye sormaktan kendini alamaz.
Bir teslimiyet değildir ama sevdiğinin “eseri” olabileceğini, olduğunu kabul eder, doğru veya yanlış. Yeniden yaratmak veya baştan yaratmak sadece Allaha mahsus olduğu gerçeği biline biline; “Kalbim ağlıyor, yaşını göremezsin/Ben senin yarattığın eserinim bak” mısraları kendiliğinden ortaya çıkıverir, anlatım biçimleniverir. Bunlar, seven gönüllerde, duygu sıcaklığı yaşayanlarda sıklıkla görülür. Tıpkı Yaşar Gürlek’te olduğu gibi.
Gurbeti yaşamak, yaşarken duygu yüklülüğü içine girip, günlerce, aylarca hatta yıllarca bu burukluğun etkisi altında kalmak, herkesin hissettirebildiği, hissettirebileceği genel görüntüler değildir. “Gel ağlama kara gözlerim/Seyreyle semayı uzaklara bak” beklentilerin çağrılışı olarak bizlere ulaşmakta, ulaştırılmaktadır.
Yaşar Gürlek arkadaşımızı kutluyor. Tebriklerimi, sevgi ve saygılarımı sunuyorum efendim.
***
İki gazete iki şiir
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Masamda iki gazete, iki şiir var. Yazımın konusu bunlar efendim. Önce gazetelerden sözetmek istiyorum kısa kısa:
1- Vitrin: Cep gazetesi. 13.5x9.5 cm boyutunda minik mi minik bir gazete. Adı üstünde cep gazetesi. İmtiyaz sahibi: Yılmaz Çamdalı, Yazı işleri Müdürü: Mefaret Güngör. Mayıs 2009’da 4 ncü sayısı yayınlandı. Masamızdaki sayısı da 4 ncü sayısı bu minik gazetenin efendim. Vitrin, Ankara’da yayınlanıyor.
2- Eğitim Dünyası Gazetesi: Ayda iki kez yayınlanıyor. Normal boyutlu 16 sayfa olan gazetenin 15 Temmuz 2009 tarihli 5 nci sayısı masamda. Gazetenin sahibi: Nermin Pehlivan. Yazı işleri Müdürü: Ercan Özdemir. Dizgi-grafik sorumlusu: Elif Yüksel. Eğitim Dünyası, Ankara’da yayınlanıyor.
Prof.Dr. İSA KAYACAN (Fuat Gürsoy-2005)
Üstadım doktorluk az gelir sana,
Halkın gözünde profesörsün sen,
İşin ustası bakın Kayacan’a
Profesör doktor İsa Kayacan.
*
Türkiyemin dört yanında elleri,
Edebiyat yazar, söyler dilleri.
Ötüyor, cennet gibi bülbülleri,
Profesör doktor İsa Kayacan.
İSA KAYACAN
(ÜSTADIMIZA-Cemile Düzgün-2009)
Burdur Tefenni’den yıldız parlamış,
Kültür deryasında yıkanır şimdi,
Anadolu fırınını harlamış,
Cehalet yırtığı tıkanır şimdi…
*
Arıları örnek etmiş kendine,
Gocunmamış, yorulmamış derdi ne?
Engin çınar çiçekle dolar yine,
Meziyet dağına saklanır şimdi..
*
Basının prensi, kitap kurdu ya,
Fabrika misali yazdı durdu ya,
Edep sevenlere otağ kurdu ya,
Çamur atsalar da, paklanır şimdi…
*
Suya yazılanlar elbet silinir,
Destanlaşan adam kimdir bilinir,
Yaptıkları, hanesine ilinir,
İki alem birden aklanır şimdi…
*
Büyüdükçe başın eğmesi şıktır
Cemocan kelebek, Üstad ışıktır
Bir çok kanat bu ışığa aşıktır
Dimağlarda sevgi yoklanır şimdi.
Cemile Düzgün –(09.07.2009 ORDU)
***
Dr. Hasan Ahmet:
Ömür Boyu Muhalefet
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Çanakkale şairler ve şiir şöleni sırasında tanıma fırsatı bulduğum, Hasan Ahmet, Yunanistan’dan seslenen şair ve yazarlardan biri. Önde geleni.
160 sayfayla şekillenmiş “Ömür Boyu Muhalefet” adlı şiir kitabı masamda. Dr. Hasan Ahmet’in.
-“Şiirsel dil, araç/Asıl amaç/Duygu ve düşüncelerimi/İnsanlarla paylaşmak/Bu da su gibi ihtiyaç” mısralarıyla söze başlıyor.
Abdurrahim Subaşılar imzalı bir sunuş var ilk sayfalarda.
Dr. Hasan Ahmet’in şiirlerinin başlıklarından, başlık altındaki mısraların içinde nelerin bulunduğu, bulunabileceği hemen anlaşılıyor. Sayfa 9 daki ilk şiir, “Azınlık” başlığıyla verileni, ortaya konulanı:
Tütününü tepe vurdu,
Pamuğunu böcek yedi,
Kimliği inkar edildi,
Dernekleri kapatıldı,
Eğitimi baltalandı,
Vakıfları parçalandı,
Müftüleri söndürüldü,
Ve en acısı da,
Tüm umutları gömüldü.
Dr. Hasan Ahmet, Onur arıyor, insanlar, insancıklar arasında “insan” arıyor. Bulmada zorlanıyor. Ve tarih veriyor, tarihe düşülen notlardan kesitler sergiliyor. Bir şiiri var 14 ncü sayfada: “29 Ocak 1988/Belki inanmayacaksınız ama/Uysal Batı Trakya Türkü ayaklandı/Neden mi? Baskılar ayyuka çıktı/Kimliği de inkar edildi” diye devam ediyor.
Dr. Hasan Ahmet’in şiir başlıklarından bazılarını sıralayalım: Yazıklar olsun, insan mısınız?, Utanmaz mısınız?, Hey insan!/Ah azınlığım, Pusulayı şaşırdık/Uyan, herkes görev başına vd.
Duyan, yaşayan, burukluk, kırgınlık içinde seslenen, sesinin duyulmayışını da üzüntülerle karşılayan Dr. Hasan Ahmet, duygu küpü, beklentilerle dolu bir kalem erbabı. Tebriklerimi, sevgi ve saygılarımı sunuyorum efendim.
Dr.Hasan Ahmet: 1958 yılında, Batı Trakya’da, Rodop İli’nin Gençoğullar (Megali Ada) köyünde doğdu. İstanbul Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun oldu. 15.06.1995 tarihinden bu yana, İç Hastalıkları Uzmanı olarak Gümülcine’de serbest hekimlik yapıyor.
DİĞER KİTAPLAR
1- Sevda Rüzgârı (şiirler, Şaban M. Kalkan, İzmir, 64 sayfa)
2- KİBATEK Uluslararası Şiir Antolojisi (Dr. Şaban M. Kalkan-Atila Er, İzmir, 166 sayfa)
3- Eylülgül (Feyyaz Sağlam, şiirler, İzmir, 56 sayfa)
4- Türk Dünyası Edebiyatı’nda KIBATEK (2001-2008, Cilt: II, Feyyaz Sağlam, İzmir, 198 sayfa)
***
Burdur tutkunu:
Ordulu Sait Demirbaş’dan mektup var
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Mensubu olmaktan gurur duyduğum, Anayurt gazetesi adresine Ordu’dan bir mektup geldi. Sait Demirbaş imzalı bir okuyucumuz, arkadaşımızdan. İki ayrı bölümde mektup, Ordu ilimiz merkeziyle ilgili kartpostal, arkasında, “Gözleriniz böyle güzel memleket gördü mü?” sorusuyla biten cümlenin yazılışıyla selamlaşmamızdan sonra mektubun sayfalarına, satırlarına dönmek istiyorum: (Sait Demirbaş, mektupda geçen duygularının bir kısmını, Burdur gazetesi ilgililerine ulaştırmış ve bunlar okuyucu mektubu köşesinde, 03 Mayıs 2007 tarihli Burdur gazetesinde yayınlanmış:
Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan; Tüm içtenliğimle söyleyeyim ki, aylardır size yazmak arzusuyla dopdoluyum. 21 Temmuz 2009 tarihli “Teke yöresi 3. yaren gecesinde tünküdüm” başlıklı yazınızı da okuyunca artık dayanamadım ve arzumu kaleme, kağıda dökmeye karar verdim.
Bu satırların yazarı Orduludur. Adım Sait Demirbaş. Eminim hem şaşıracak, hem de duygulanıp gurur duyacaksınız. Çünkü ben tam bir “Teke yöresi” daha doğrusu “Burdur türküleri” tutkunuyum. İllada Yeşilova ve “Dirmil” türkülerinin… Bugüne dek teke yöresi ve türküleriyle ilgili tüm yazılarınızı adeta su içercesine okudum.
Zorla değilya, Burdur türküleri deyince ben, benlikten çıkıyorum. Hele de sesini ölesiye sevdiğim Hale Gür’den, yayla zamanlarında dilimden düşürmediğim, “Dirmilcikten geçer yaylanın yolu” türküsünü dinlerken-nakaratına ise tek kelimeyle “bitiyorum”… “Gitme gelin yaylalara yaz değil/Gelin iken ağlatanlar az değil” Ya, “Denizin dibinde Hatçem demirden evler” türküsü.. Hele şu nakaratına “Uyan Hatçem uyan, guşluk çağıdır. Salıver saçlarını Hatçem, gençlik çağıdır”.. Bu türkünün kısa hikayesini ve bilinen 3 kıtasından başka kıtalarının olup-olmadığını çok merak ediyorum?.. Yine şimdi dillerde olan “Hadi gari sende gel” adlı türkünün sadece-nakarat hariç-dört satırının dışında da sözleri varmıdır?.
Haa, bakın ben sırf folkloruna değil her şeyine ilgi duyuyorum Burdur’un. Hatta bu ilgimi dile getirdiğim bir mektubum 03 Mayıs 2007 tarihli “Burdur” Gazetesinde de yayınlanmıştı. O sırada İstanbul-Bakırköy’de çalışıyordum. Artık memleketim Ordu’dayım. Ricalarıma gelince;
1- Burdur’u ve folklorunu anlatan bir kitap var mı?. Özellikle Hamit Çine’nin?
2- Mahalli sanatçıların cd’leri veya kasetlerinden yollayabilir misiniz?
3- Yeşilova ve “Dirmil”in kartpostalından
4- 1957’de Burdur’da Fethi Çelikbaş’ın dışında-onunla-seçilen Hürriyet Partisinden diğer milletvekillerinin adlarını yazabilir misiniz?.
5- Tekeli Hasan’ın “Burdur Türküleri” kitabı varsa.
Ha bakın, kendim de türkü söylerim.. Selam olsun “Yayla yollarında yürüyen gelinlere”. Kalbi hürmetlerimle. (Sait Demirbaş, Ordu, 22.07.2009)
İsa Kayacan’ın notu: Sayın Demirbaş’a, İsa Kayacan’ın Burdur Hatırlamaları kitabının “Burdur Milletvekilleri” sayfalarının fotokopilerinden bir takım. Yine İsa Kayacan’ın “Burdur’un Saz ve Söz Ustaları” kitabıyla, Hamit Çine hocanın “Sazlı Sözlü Anılarım” adlı kitabından birer adet gönderildi. Teşekkürlerimi, tebriklerimi, sevgi ve saygılarımı sunuyorum efendim. Fahri hemşerimiz Sait Demirbaş’a selam olsun...(İK).