22 Kasım 2011 Salı

TEFENNİ 6 YAZI

  Efsane eğitimci,  “Koca Müdür” Mithat Erden; Burdur’un ilçelerinde “ilk” olan, Tefenni Ortaokulunun kuruluş ve başlangıç yıllarını anlatıyor (1)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
1950’li yıllarda, özellikle ilçelerimizde, Ortaokulların yeni yeni kurulmaya başlandığı günlere, ilişkin eğitimcilerimizin anıları bugün daha bir önemlilik ve anlamlılık taşıyor.
Mithat Erden hoca, 04 Nisan 1921, Siirt doğumlu. İstanbul Erkek Öğretmen Okuluyla, Ankara Üniversitesi Gazi Terbiye Enstitüsü Edebiyat Bölümü mezunu...
Sandıklı, Tefenni ve Osmaneli Ortaokullarının kurucu Müdürlüğünü yapan Mithat Erden hoca 29 yaşında Tefenni Ortaokulunun kurucu Müdürlüğünü yapıyor. Bu 29 yaşından hareket ettiğimizde, görev yaptığı yıllar 1950’li yılların başına rastlıyor.
Mithat ERDEN
Mithat Erden hoca, Andre Gide’nin: “Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” sözünden hareket ederek, anılarını yazmış, kalınca bir kitap olabilecek şekilde yayına hazırlamış. Bu yayın hazırlığı içindeki anılarının, Tefenni Ortaokulu bölümü, yayın hazırlık sayfalarının 99 ncusunda başlıyor. Bu bölümünden aldığım cümleler, o günlerin zorluklarını, görev azim ve kararlılığıyla dolu olan Mithat Erden hocanın eğitim aşkını ortaya koyuyor. Buradan aldığım Mithat Erden cümleleri:
1- Tefenni Ortaokulunu kurmak üzere, denk yaptığımız iki yatak, bir sandık kap kaçı alarak Tefenni’ye hareket ettik. Burdur- Tefenni arası 63 kilometreydi. Üstü renk renk çiçeklerle boyanmış, süslü, tahta karoserli küçük bir kamyon bozması olan otobüse bindik. 20 kişilik araçta yalnız biz vardık. Genç, yakışıklı, uzun boylu, sarı burma bıyıklı şoför kendisini tanıttı. Adı Şahindi. Güleç yüzüyle Tefenni’ye niçin gitmekle olduğumuzu sordu. Ortaokul Müdürü olduğumu, orada ortaokul açacağımı söyleyince, ortaokul ne oluyor, der gibi yüzüme baktı. Burdur’un ilçelerinin hiçbirinde ortaokul yoktu. 63 kilometrelik tozlu yolu 6 saatte alabildik. Karanlık basarken Tefenni’ye vardık. Salaş, ahşap bir han bozması otelde geceyi geçirdik.
2- Tefenni 1800 nüfuslu küçücük bir kasabaydı. Kendisine göre biraz yumuşamış zengin bir “Beylik” kültürü, enteresan bir geçmişi vardı. Evleri bağdadi, kesmetaş ve kerpiç karması idi. Orta Asya’nın renkli göçebe kültürünün izleri yer yer seziliyordu. Kasabının tam ortasında Tefenni Beylerinin konakları, etrafında Beylerin topraklarında çalışan işçilerin ufak evleri yer alıyordu. Kasabanın hayat kaynağı olan, her yerinde sular kaynayan “Koca Pınar” dedikleri bir kaynak, pınarın etrafında gökyüzüne doğru, iki adamın kucaklayabileceği kalınlıktaki çınar ağaçları yükseliyordu.
3- Ortaokulun açılacağı, yaşı uygun ilkokul öğrencilerinin kayıtlarını yaptırabilecekleri, Kaymakamlık tarafından bütün köylere duyuruldu. İlçe merkezinden yalnız on, onbeş çocuk kayıt yaptırdı. Köylerden okula yazılan 50-60 öğrenci, evlerindeki kırmızı, yeşil, sarı çiçek kaplamalı yorganlarını, iki ucunda el işi dantel işlenmiş yastıklarını ve döşeklerini alıp geldi.
4- Zayıf esmer, tarla yanığı yüzlü bir Tefennili hanımla konuştum. Ortaokul çağında iki çocuğu vardı. Fakat yoksulluk yüzünden onları okula yazdıramayacağını söyledi. İki çocuğunu okula alırsam gelip, yatılı çocuklara yemek pişirebileceğini söyledi. Sembolik bir aylıkla işe başladı. O’na ‘Kâmile Bacı” diye hitap ediyorlardı. Çalışkan, şefkatli, yumuşak huylu bir insandı. Ortaokulda okuyan bütün çocuklara annelik yaptı.
5- Köy Enstitüsünde “Yaparak öğrenmek” metodunu hatırladım. Bu pırıl pırıl köy çocuklarını aynı metotla yetiştirmeğe karar verdim. Açtığım bu basit öğrenci yurdunun bütün yönetimini öğrencilere bıraktım. Her öğrenci, genel masraflar için ayda üç lira nakit para ve evde tükettikleri tarhana, bulgur, kırma, mercimek, fasülye gibi alışkın oldukları kuru gıdalardan evlerinde paylarına düşen üç aylık miktarı getirip, yurt müdürü olan arkadaşlarına teslim ediyorlardı.
6- Bu yurdun öğrenci müdürü, sonraki yıllarda Hacettepe Üniversitesinde Nefroloji Ana bilim Dalı Başkanlığı yapan Prof. Dr. Şali Çağlar, yemek, kiler, mutfak ve hesap sorumlusu da, yine sonraki yıllarda “yılın başarılı bürokratı” olarak seçilen ve uzun süre Türk Standartları Enstitüsünün Başkanlığını yapan Mehmet Yılmaz Arıyörük’tü.
7- Süvari Birliğinin terk ettiği üç katlı kışlanın ciddi şekilde onarıma gereksinimi vardı. Bu problemi de Köy Enstitüleri metoduyla çözmeğe çalıştım. Öğrenciler boş zamanlarında, okulun bütün onarımını seve seve yaptılar.

 Efsane eğitimci,  “Koca Müdür” Mithat Erden; Burdur’un ilçelerinde “ilk” olan, Tefenni Ortaokulunun kuruluş ve başlangıç yıllarını anlatıyor (2)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
8- Okulumuzun öğrencileri, sıralarda oturmuş esneyerek ders dinleyen, bir kulakları zilde, bir kulakları öğretmende olan öğrenciler değil, doğayla iç içe yaşayan, yapan bozan, düşünen, daha iyisini yapmak için çareler arayan, hareketli canlı varlıklardı. Pansiyon Müdürü yatakhanede kalk zilini çalınca, herkes yataktan fırlıyor, yüzünü yıkıyor, yatağını düzeltiyor, gelip mütalâa masasının başında oturup derslerini gözden geçiriyorlardı.
9- Süleyman Dilmen adındaki öğrenci halk oyunu olarak yapılacak jimnastiğin yöneticisi idi. Davul tokmağının ilk darbesiyle “Hadi efeler, başlıyoruz” komutu üzerine eller yukarı kalkıyor, dizler bükülüyor, oyun başlıyordu. Tefenni yöresinin çok sevilen bir zeybeği vardı:
Al yazmam dalda kaldı,
Gözlerim yolda kaldı,
Ne ettim de gelmedin,
Allah’ından bulası.
Öğrenciler, şevkle, hırsa dizlerini yere vuruyor, naralar atıyordu. Tabii bunun gibi beş on zeybek ve halay çekilerek jimnastik dersi bitiyordu. Bu etkinlik İzmirli öğretmen Rukiye Soytürk’ün nezaretinde yapılıyordu. Bundan sonra Kâmile Bacının hazırladığı,  üzerinde dumanlar tüten tarhana çorbası iştahla ve keyifle kaşıklanıyor veya çaylar içilerek kahvaltı yapılıyordu.
10- Bütün kara tahtaları yeşile boyattım. O sıralarda adını şimdi hatırlayamadığım, soyadı Ülkümen olan bir Bakanlık müfettişi okulu teftişe gelmişti. Yeşil tahtaları görünce şaşırdı. “Müdür bey, burasını tekkeye çevirmişsiniz. Bu yeşil tahtalar neyin nesi?” diye memnuniyetsizliğini açıklayınca, kendisine İsviçre’de yeşil tahta kullanıldığını çünkü kara tahtanın öğrencilerin psikolojik dengelerini bozduğunun tespit edilmiş olduğunu, yeşil rengin çocukları dinlendirdiği yanıtını verdim.
Müfettiş sesini çıkarmadı. Ankara’ya döndükten kısa bir süre sonra yayınlanan bir bildiri ile, Türkiye’nin bütün ortaokullarında kara tahta yerine yeşil tahta kullanılması emredildi.
11- Milli bayramlarda, davul- zurna eşliğinde hükümet meydanında kurulan bir kürsüye çıkıyor, ben veya öğretmen arkadaşlarımızdan birisi, Atatürk Devrimlerini anlatıyorduk. Milli duyguları coşturuyor, kasabada bambaşka bir hava yaratıyorduk.
12- Bu küçük Ortaokulda üç yıl okutup mezun ettiğimiz, zeki, çalışkan, dürüst, vefalı öğrencilerimizin hemen hemen tamamı, sonraki yıllarda üst düzey görevlerde bulundular. Bunlardan bazıları; Hikmet Özbağcı, Yalçın Erten, M. Yılmaz Arıyörük, İhsan Barın, Şali Çağlar, Ali İhsan Yüksel, Ali Çiftçi, İsmail Çiftçi, Ali Sümer, Kadir Uysal, Kadir Akın, Mehmet Tekeli, Hüseyin Alper, Mehmet Sunar, Mehmet Yıldırım, Veysel Yıldırım, Ömer Selimoğlu, Hulusi Selimoğlu ve Ramazan Erçiller şeklinde sıralandı…
13- 1951 yılında Bulgaristan’dan büyük bir göç oldu. Kişi geçirmek üzere her ilçeye 100-200 kadar göçmen ailesinin yerleştirilmesine çalışılıyordu. Tefenni’ye de çoluk çocuğu perişan, renkli yatakları ıslak, eşyaları darma dağınık büyük miktarda göçmen gelmiş, ortalıkta kalmıştı. Sonradan, bir çok ilde Valilik yapan Zekeriya Çelikbilekli ile kolları sıvadık.
Öğrencilerimiz ve öğretmenlerimizle Cumartesi günleri, ayrı ayrı kasabalarda kurulan pazarlara gidiyor, halkı yardıma çağırıyorduk. Kürsüye çıkıyor, pazara gelen halka, zalim göçün nedenlerini, Türklüğü Balkanlardan çıkarmak için başvurulan bu çirkin metotları anlatıyor, hüngür hüngür ağlatıyorduk.
14- Bir gün okuldaki kapım çalındı. İçeriye orta boylu, kutni yelekli bir göçmen girdi. “Efendim, ben dört çocuğumla burada ne yapacağımı şaşırdım. Çocuklarımın karnını zar- zor doyurabiliyordum. İş yok, güç yok lütfen bize yardım ediniz” dedi. Bulgaristan da sobacılık yaptığını söyleyen göçmen Ali Usta; “Elimde bir soba yapacak  kadar param olsa, kuzine yapar herkese de satarım” diye ekledi. O gün de 170 lira maaş almıştım. Çıkarıp ona 70 lirasını verdim. Parayı alıp sevinçle çıktı.
İlçe merkezindeki hâkimlere, memurlara bunu anlatınca onlar da yakından ilgilendiler. Sonraki yıllarda Ali Usta’nın Denizliye göç ettiğini, orada büyük bir Kuzine Fabrikası kurduğunu, çok zengin olduğunu öğrendim. İki oğlu da İstanbul’da Tıp Profesörü olmuş.
 Efsane eğitimci,  “Koca Müdür” Mithat Erden; Burdur’un ilçelerinde “ilk” olan, Tefenni Ortaokulunun kuruluş ve başlangıç yıllarını anlatıyor (3)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
15- 1950 seçimlerine yakın günlerde Fethi Çelikbaş adında Burdurlu bir Profesör, Tefenni’ye gelip köy köy dolaşmaya başladı. Her toplantıda kürsüye çıkıp, elindeki Bafra sigara paketini gösterip halka, bu sigara paketinin maliyetinin bir lira olduğunu, halbuki CHP iktidarının bunu halka 6 liraya sattığını, bunun için şimdiki iktidardan kurtulup, Demokrat Partiye oy verilmesi gerektiğini bağıra bağıra anlatıyordu. Halk sessiz, nümayişsiz dinliyor, alkışlamadan sadece başını sallayıp duruyordu. Seçim yapıldı. O sessiz, sadece dinleyen halk oyunu, büyük umutlar içinde Demokrat Partinin kıratına verdi.
16- İzmir’de Jimnastik öğretmenliği yapan Mehmet Özbey adında enerjik, halka yakın birisi Milletvekili seçildi. Tefennililer çok mutlu oldu. Mehmet Özbey’in Kasabaya geleceği günü herkes önceden biliyordu. Tefenni’de bir kardeşi vardı. Sade giyimli bir vatandaştı. Özbey’in geleceğinden bir gün önce o, başına siyah bir şapka geçirir, buruşuk, köylü elbisesinin gömleğine siyah bir kravat takar, çarşıda gezinirdi. Herkes, “Tamam, Özbey yarın geliyor” diye hazırlanmaya başlardı.
Özbey, memleketine hizmet yolunda olduğunu göstermek için, arkasında Sağlık Müdürlüğünden sağladığı Willis Jip, içinde bir doktor, bir hemşire ve sağlık memuru ile gelmeye başladı. Köy köy gezerek, hastaları muayene ettiriyor, ondan sonra köy kahvesinde Demokrat Parti’ nin yapmakta olduğu ve yapacağı güzel işleri, ballandıra ballandıra anlatıyordu.
17- Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri’nin geldiği haberi, Tefenni’de süratle yayıldı. Kasabanın ortasındaki Koca Pınarı gölgeleyen çınarın altında halk merakla Bakanı dinliyordu. Dinden konu açılmıştı. Herkes yeni iktidarın bu konuda neler yapacağını merak ediyordu.
Tevfik İleri gayret sakin ve güvenli bir sesle; “Beyler, bu din işini çok abartıyorsunuz. Dikkat ederseniz, bütün dinlerin temelinde, çok basit ve açık bir ana fikir vardır. Dinin esası temizliktir, maddede ve manada temizlik. Dinlerin ahlak sistemi bu iki esasa dayanır. Bedeninizi, evinizi, çevrenizi, dünyanızı temiz tutacaksınız. Manevi temizlik ise, insanları sevmek, kimseye zarar vermemek, hak yememek, yalan söylememek, herkese yardım etmek, herkese saygı göstermek gibi değerlerdir. Maddi ve manevi bakımdan temiz olan insan, Allahın sevdiği, Allahın koruyacağı insandır” diyordu.
18- 1950 yılında eşim ikinci hamileliğini geçiriyordu. Siirt’deki doğumun acı hatıraları belleğimden silinmemişti. Büyük bir korku ve heyecana kapıldım. Ne pahasına olursa olsun, bebeğimizin doğumunun tıp öğrenimi yapmış doktorların elinde olması en büyük arzumdu. Burdur’da da bir uzman doktor yoktu. Muhakkak eşimi Isparta’ya götürüp orada doğumunu gerçekleştirmesini istiyordum. Fakat şansım yaver gitmedi. Isparta’daki hanım doktor izinli olarak ayrılmıştı. Yerli ebelerden birisi doğumu yaptırmadan önce, gerekli hijyen tedbirlerini aldık. İkinci çocuğum dünyaya geldi. Adını, Ümit koyduk.
19- Yıllar sonra, ben, eşim ve Mehmet Yılmaz Arıyörük İznik’e “Müşküle Üzümü” bayramına gitmek için seyahat ediyorduk. Konu Tefenni’deki yurttan açıldı. Eşim; “Bir gece bir çocuk başına battaniye sarıp pencereden atlamıştı” deyince, Arıyörük; “Ablacağım, o çocuk bendim” demesin mi!.. Çok güldük.
20- Yukarıda anlattığım bütün çabalarımın ödülünü Tefenni’nin kadirbilir halkı verdi. 29 yaşımda olduğum halde bana “Koca Müdür” adanı takmışlardı. Yıllar sonra Tefenni’ye yolum düştü. “Koca Müdür gelmiş” haberini duyan eski dostlar ve halk akın akın ziyaretime geldiler. Lisede kurucu müdür olarak resmimin, Tefenni’nin yetiştirdiği büyük bilim adamı İbrahim Kafesoğlu ile yan yana asılı olduğunu görünce gözyaşlarımı tutamadım.
Not: Tefenni Ortaokulunda 1958, 1959, 1960 yıllarında okuyan (bizim dönemimizde Mithat Erden hocamız okuldan ayrılmıştı. Okul müdürü, Mehmet Özeren’di.) birisi olarak, ömrünü eğitime, öğrencilerine veren, şair, yazar, araştırmacı Mithat Erden hocamızın kuruculuğunu yaptığı ortaokuldan mezun olma gururunu taşıdığımı belirtiyor, hocamızı sevgi, saygı ve minnetle selamlıyorum efendim. (İsa Kayacan)
 ***
Burdur, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesinden:

Safahat
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesince yayınlanan, ortaya konulan kitapların sayısı hızla artıyor.
22- 25 Eylül 2011 tarihleri arasında, Elazığ’da gerçekleştirilen, Uluslararası Şiir Akşamları,  programlarının bitiminde katılımcılara verilen kitaplar arasında yer alan, Burdur, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Uygulama ve Araştırma Merkezi yayınları arasında günyüzü gören kitaplardan birinin adı:
- Safahat, olarak karşımıza çıktı. 536 sayfalık kitap (bilindiği gibi) Mehmet Akif Ersoy imzasını taşıyor. 2010 yılında basılan kitabın, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Rektörü Prof. Gökay Yıldız imzasının taşıcısı. Gökay hoca sunuşunun girişinde;
- “1873- 1936 yılları arasında yaşamış olan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu tanıklık ederken şiirlerinde, yazılarında, sohbetlerinde Türk toplumunun önemli sorunlarını ele almış, tenkit etmiş ve çözüm üretmiş bir kültür adamıdır” diyor.
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi- Mehmet Akif Ersoy Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Nihat Karaer, Merkezle ilgili bilgiler veriyor, kitabın yayınlanış gerekçelerini ortaya koyuyor.
Safahat, yedi kitap olarak şekillendirilmiş. Şiirlerin isimleri var ayrı ayrı:
Nazım Parçaları da verilmiş. Kitaplar altındaki başlıklarının sıralanışı: Nazım parçaları, Süleymaniye kürsüsünde, Fatih kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler, Safahatta bulunmayan şiirlerinden bir kısmı.
Verilen bilgilerin satırları arasındaki gezintimiz sürüyor: “Safahat, Akif’in yedi ayrı şiir kitabından birincisidir ve ilk olarak 1911 yılında yayınlanmıştır. Diğer kitaplarından her birinin ayrı ayrı adları bulunduğu halde, bu kitabın adı ‘Safahat’ olarak kalmış ve toplu baskılarda da bu adın kullanılması adet olmuştur”.
Bu bir açıklama, bilgilendirme. Ama Akif ve eserleriyle ilgili önemli bir açıklama efendim.
Sayfa 476’da yeralan, 27 Aralık 1924 tarihinde yazılmış, “Şehitler Abidesi için” başlıklı Mehmet Akif Ersoy şiiri, duyguları:
- Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu veli kulları taş tecrübeye, girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalnız Fatiha bekler.
GÜNÜN SÖZÜ:
İnsanoğlu için yaşamak; Sağlığını korumak, zamanını yerli yerince tasarruflu kullanmak, verimlilik içinde, her şeyden zevk alıp, gurur ve kıskançlık kapılarından içeri girmeden, mutlu olmak, yakınlarına, çevresine, huzur ve mutluluk verebilmek olmalıdır. (İsa Kayacan)
 ***

 Burdurlu, Abdurrahman Ekinci’den bir kitap:

Tekeli’nin Dilinden, Telinden (1)
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Burdur için bir çivi çakanın karşısında, saygıyla eğildiğimi yıllardır söyleyip geliyorum.
Burdur- Teke yöresini kültürüne yönelik araştırma ve yayınlarıyla beğenip, takdir ettiğimiz, Araştırmacı Derlemeci, Organolog Abdurrahman Ekinci hocanın, yıllarca süren araştırma, derleme çalışmalarının sonunda, Burdur Valiliğimizin, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yayınlarının 6 ncısı olarak 554 büyük sayfayla günyüzü gören;
- Tekelinin Dilinden, Telinden (1), adlı kitabıyla, Burdur halk kültürüne yeni bir boyut kazandırıldığını görüyoruz. Abdurrahman Ekinci, araştırmalarında kararlılık gösterir, ısrarla sürdürülen çalışmalarının altına başaralı imzalar atar.
12.11.2011 tarihinde bana imzalayıp gönderdiği; “Kültürümüzün yozlaşmamasına,  köksüzleşmemesine, öksüzleşmemesine direnen, emek harcayan, Abdurrahman Ekinci’den, Prof. Dr. Sayın İsa Kayacan’a” cümlesiyle, anlamlı ve birazda sitemkârlık bulunan bir ifade biçimi ortaya koymuş. O’nu anlıyor, seviyor ve tebriklerimi sunuyorum.
Burdur Valisi, yöresel kültürün destekleyicisi Süleyman Tapsız’ın, Burdur için kültürel bir şans olan İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Tanır’ın ayrı ayrı sunuşları var. Bu iki değerli isim ve imza, Abdurrahman Ekinci’nin kitabıyla ilgili (seçtiğimiz birkaç cümleyle) şunları söylüyorlar:
1- Bu kitap uzun ve titiz bir çalışmanın sonucudur. Derlemeci Abdurrahman Ekinci tarafından halkın yaşamı, saz ve söz sanatı üzerine yapılan araştırma, Teke yöresi, yörük kültürü ve geleneğini yeni kuşaklara taşımada önemli bir rol oynayacaktır. İlgilenenlere kaynak niteliği taşımaktadır (Süleyman Tapsız, Burdur Valisi).
2- Bu kitap ile bir ömür harcanıp 25 bin km yol aşılarak, kültürü yaşayan halka gidilip, birebir bilgiler derlenerek,  kültürümüzü öğrenmek ve kayıt altına almak açısından önemli bir irade ortaya konmuştur (Mehmet Tanır, Burdur, İl Kültür ve Turizm Müdürü)
Kitapla ilgili, Abdurrahman Ekinci’nin çalışmalarıyla ilgili görüşlerini ortaya koyan bilim adamları var 6 ncı, yedinci sayfalarda okur karşısına çıkarılan. Sonra, içindekiler sayfaları başlıyor. Burada gördüklerimizden bazı alıntılarla devam edelim:
- Bölge olarak Teke Yöresi, Sahibi olamadığımız sözcüklerimiz, Biçim bakımından Türkçe, Sanatçılarımız (Kadir Turan, Asmalılı Osman Ali, Ahmet Ali Selçuk, Çotak Nuri, Emin Demirayak, Hüseyin Karakaya İsmail Evcil, Ali Tekin vd.
Teke Yöresinin türküleri ve sazları, İki telli Kozağaç- Dirmil curası, bağlaması, Teke Yöresi yaylı halk çalgıları, Müzik Kültürümüzde Teke Yöresi Burdur Sipsisi, Türk Halk oyunları, Teke Yöresinde giyim, kuşam, süsleme, Kadın- erkek kıyafetleri, Maket sazlar, Teke Yöresinde yaşantılarıyla toplumu etkilemiş sanatçılar, Türkmen yurdunun Yörükleri vd.
Yörük kültürüyle iç içe bir yaşantı sürdüren Abdurrahman Ekinci, önsözünün bir yerinde; “Halk ustalarına öğretmeye değil, öğrenmeye; vermeye değil, almaya gidildi” diyor.
Kitap içine konulan, sazlarla ilgili görüntüler, yapımları aşamasındaki anlatımlar, ayrı bir zenginlik ortaya koymuş. Burdur yöresine ait türkülerin sözleri ve notalarıyla da bu zenginliğin oranı, artırılmış.
Abdurrahman Ekinci’nin 11 ayrı bölümden oluşan “Tekede Türkü Söyleyelim” adlı şiirlerinden bir bölüm: Bir ölümlük günde/ Bir nefes alır gibi/ Gerinip de güneşin önüne/ Güneşlenir gibi/ Etimizle, kemiğimizle türkü söyleyelim...
***
 TSM’nin Ankara’daki Dergâhı:

Ahmet Sevgi Kültür Evi’nde; yeni bir “Şiir ve Musiki”
Prof. Dr. İSA KAYACAN
Toplantılar vardır çok şey öğretir. Toplantılar vardır, sıkıntı getirir, vakit bir türlü geçmez.
TSM’nin Ankara’daki Dergaâhı, Karargâhı olarak kabul ettiğim, Ahmet Sevgi Kültür Evi’nde yapılan, TSM’ye yönelik toplantılarda; eserlerin bir düzenleme içinde sıralanışı, işin ehli profesyonel saz ve ses sanatçılarınca icra edilişi, insanın ruhunu açıyor, ferahlatıyor, genişletiyor. 6-7 saat süren meşklerde zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz!
Ahmet Sevgi, şair, yazar, araştırmacı. Bürokratlık yönü emekli olmasına rağmen halâ varlığını ve ciddiyetini koruyor.
Önceki aylarda, dönemlerde olduğu gibi, 20 Kasım 2011 tarihinde de, Ankara’daki Ahmet Sevgi Kültür Evi’nde “Şiir ve Musiki Günü” gerçekleştirildi. Önceden hazırlanan 28 ayrı eser, söz yazarları, bestekârları ve makamları itibariyle yapılan sayfa düzenlemesi, çoğaltılması toplantıya katılanlara verilerek, eserler icra edilirken, mırıldanma ve katılımlarla okuyan sanatçılara eşlik edilmesi sağlandı.
Genellikle Ali Naili Erdem ve Nurettin Özdemir gibi büyüklerimiz tarafından yönetilen bu toplantıların, ciddiyeti hep konuşuluyor. 20 Kasım 2011 tarihli “Şiir ve Musiki” konulu toplantı, Ahmet Sevgi tarafından yönetildi.
İcra edilen her eserin sonunda, söz yazarı veya bestekârı hakkında ilgili kaynaklardan araştırılan bilgiler Ahmet Sevgi tarafından izleyicilere, katılımcılara aktarıldı, bilgiler paylaşıldı. Telefon bağlantıları yapıldı eskiden olduğu gibi. Eser sahibiyle sohbet edildi, bilgi aktarımı, sevinç ve mutluluk paylaşımı gerçekleştirildi.
Ahmet Sevgi Kültür Evi’nde icra edilen 20 eserin 14 ncüsü olan, Selâhaddin Erköse’nin bestesi, Fuat Edip Baksı’nın güftesi olan, Buselik şarkı, “Rüzgâr kırdı dalımı, ellerin günahı ne? Adlı gönüllerimizin pasını silen üç ayrı dörtlükten meydana gelen şarkının ilk dörtlüğünü hatırlayalım:
- Rüzgâr kırdı dalımı (2)
Ellerin günahı ne? (2)
Ben yitirdim yolumu (2)
Yolların günahı ne? (2)..
Unutamadığımız, unutamayacağımız klasiklerimiz arasında yeralan mısralar ve nağmeler olarak dudaklarımızdan döküldü.
20 Kasım 2011 tarihindeki Ankara, Ahmet Sevgi Kültür Evi’ndeki “Şiir ve Musiki” toplantısına katılanlar:
-İbrahim Dinçer (Udi), Necdet Örselli (Kanuni), Şemsettin Uyanıksoy (Yaylı Tanbur), Özlem Karaağaç (Solist), İsmail Gürlü (Solist), Tayyar Güneymen (Solist)..
Program izleyicileri,  katılımcıları; Ahmet Sevgi (Ev sahibi ve yönetici). Nurettin Özdemir, Vedat Fidanboy, İsa Kayacan, R. Nurettin Selçuk, Selâhattin Babüroğlu, Ülkü Söylemezoğlu, Nesrin Feşel, İbrahim Engin (Ortanca Dergisi, Sahibi, Yazı İşleri Müdürü ve Genel Yayın Yönetmeni), Gürel Eke, Oya Şahin, Ayşen Gürbüz, Tanju Gürbüz, Gülsün Polat, Sadun Köprülü…
Burada, araştırma ve değerlendirmelerinden, Türk Sanat Musikimize katkılarından, dolayı Ahmet Sevgi’yi tebriklerimle kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum efendim.

Hiç yorum yok: