6 Haziran 2013 Perşembe

KONUK YAZARLAR: Tamilla Abbashanlı, Müzeyyen Buttanrı

KONUK YAZAR:
AZERBAYCAN SİZİ ÇOK ÖZLEMİŞ, İSA HOCAM…
Prof. Dr. Tamilla Abbashanlı
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Öğretim Üyesi
            Çok değerli İsa Hocam! Burdur’un Saz ve Söz Ustaları–2 kitabınızı elime aldım, okumaya başladım, yazı yazacaktım, ama birden dedim ki, bu günlerde Azerbaycan’da Bakı’da Kafkas Üniversitesinde düzenlenen  “Türk dünyasını Işıklandıranlar –Mehmet Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit” toplantısına gedmiştim, orada her kes sizi sordu, neden onları unuttuğunuzu Bakı’ya gedmediğinizi söylediler. Ben de Size sormadan:-Mutlaka gelecektir-dedim.
            Değerli Hocam! Bakı’da nereye geddimse Siz de benimle idiniz. Her yerde sizi gördüm, sözlerinizi hatırladım. Hatırlıyor musunuz, 2003’ün güzel bir Haziran günü idi. Elçin muallim, onun güzel kızları Ayşen ve Aydan’la H.Aliyev adına Hava Limanında Sizi karşıladık. Elçin muallim Sizlere takdim etmek için kızların kucağını çiçekle doldurmuştu. Heyecanla uçaktan indiniz, karşıladık Sizi, kızlar gülleri size takdim ettiler, heyecanla aldınız, kokladınız, gözlerinizden iki damla yaş aktı çiçeklerin üzerin, dudakların titreye titreye:- Çok şükür, Allah’ım. Azerbaycan’ı görmek, onun çiçeklerini, güllerini koklamağı bana nasip ettin. Şükürler olsun… Ömür boyu bu günü bekledim, annem- babam, akrabalarım bu günü arzuladılar, hep Azerbaycan’da kan kardeşlerimiz var, onları görmek istiyoruz-dediler, arzuları yüreklerinde fani dünyaya “elveda” dediler. Şükür Allah’ım bana nasip ettin…
            Senin sözlerin hepimiz duygulandırdı, her kesin sözü boğazında düğümlendi, kaldı… Böyle hazin duygular içinde arabalara bindik. Her yanı dört gözle seyir ediyordun… Az kala Elçin Beye deyecektin ki, arabayı durdur, inim toprağı öpüyüm. Zaten Elçin Beyin evine ulaştığımızda sakin bahçenin içine gittin, çiçeklerin dibinden toprak aldın, öptün, en değerli, en kıymetli mücevher gibi yeniden yerine koydun… O zaman bir daha inandım ki, İsa Hocam Azerbaycan’ın vurgunudur, Azerbaycan fedaisi, Azerbaycan sevdalısıdır.
            Gittiğimiz günün sabahı Fahri Hıyabana gittik, oradan Azerbaycan şehitliğine, oradan Nuru Paşanın askerlerinin simvolik mezarlarını ziyaret ettik. Bir gözünüz gülüyordu, Azerbaycan’a gelmiştin, Karabag şehitleri, 20 Ocak şehitleri ve Nuru Paşanın ordusunda şehit olanları – kardeşleri kucag kucağa uyuyan gördüğün için, Azerbaycan’a geldiğin için, onların ölmez ruhunu sevindirdiğin için bir gözün gülüyordu. Fahri Hıyabanda Azerbaycan’ın ünlü insanlarının mezarlarını ziyaret ettin, heykellerinin önünde susup durdun. Dilinde bu sözler süzüldü:-gerçekten Azerbaycan’a sanata, sanatkâra değer verilir.
Azerbaycan azatlık mücahidi Ebülfez Elçi Beyin, Azerbaycan’ın tanınmış siyasi hadimi H.Aliyev’in mezarlarını ziyaret ettin, mezarların üzerin güller bıraktın…
            Azerbaycan Yazarlar Birliğindeki konuşmanızı unuta bilmiyorum Hocam… Her kes seni dinlemek yok, sözlerini su gibi içiyordular. Azerbaycan Türkiye kardeşliği hakkında ne güzel sözler söyledin. Her kes duygulandı. Televizyoncular, gazeteciler, dergilerde çalışanlar etrafınızı tuttular, sorgular, sualler… hiç bitmedi… Size fahri doktora, fahri profesör unvanı verilecekti… Ne kadar insan sizi kutlamaya geldi. Tebrik için size takdim olunan çiçekler, güller salonu gül bahçesine gönderdi… Sizin hakkınızda ne güzel konuşmalar yaptılar. “Vektör” Uluslar arası Bilim Merkezinin başkanı Prof.Dr.E.İsgenderzade, Asya Üniversitesinin rektörü Prof.Dr.C.Nagıyev, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkan yardımcısı R.Macit, “Mehseti” dergisinin başyazarı, “Mehseti” Şairler meclisi Başkanı Doç.Dr.F.Leman, Bakı Devlet Üniversitesinin muallimi Doç.Dr.T.Abbashanlı, Nail Tan, H.İvgin, “Kitap Evi” İçtimai Birliği Başkanı Doç.Dr.S.Ahmetli, “Yada Düştü” dergisinin başyazarı N.Memmetli ve başkaları…Onlar o kadar çok ki…Konuşmayanlar üzüldüler, size yaklaşıp yürek sözlerini ilettiler…
            Sabahı gün Azerbaycan’ın eski başkenti güzel diyar Gence’ye gittik…Nizami Gencevi’nin ölmez ruhu Gence’de bizi bekliyordu..Trenden iner-inmez dünyaca ünlü, Türk dünyasının büyük şairi N.Gencevi’nin makberesini ziyaret ettik. Bakı’dan getirdiğimiz taze karanfilleri mezarın üstüne koydun ve dedin:-Ulu şair, ziyaretine geç geldik, ama onu bil ki, bir gün bile seni unutmadık, hep eserlerini okuduk, hep bura geleceğimiz günü düşünerek yaşadık. Şükürler olsun… Oradan Azerbaycan’ın en güzel gölü Gök göle gittik, Gence nehrinin kenarında yemek yedik. Oradan Karabag şehitlerinin mezarlarını ziyaret ettik. Defterin, kalemin elinden düşmedi. Hep notlar aldın, mezarların üstünü okudun, ağıtları yazdın…Sonra onları bir bir bana okudun, yine gözlerinde yaş damlaları..Üzüldün o gencecik canlara…Vatan toprağını al kanlarıyla suvaran yiğitlere üzüldün:
Azizim, soymayın,
Cellât derim soymayın,
Vatan deyip ölüyorum,
Beni mezara koymayın…

Azizim, diken oldu,
Diken de söken oldu.
Düğün elbisesi istedim,
Kefene büken oldu…
Bu ağıtlarda ne kadar derin felsefi anlam olduğu hakkında konuştun.
Gence’nin en ünlü parklarından birinde Azerbaycan’ın ünlü kadın şairi Nigar Refibeyli’nin heykeline güller koyduk, onun esrelerinden sohbet açtık. Nigar Beyin ailesinin üyeleri ilk demokratik (1918 yılında) Azerbaycan Cumhuriyeti döneminde üst düzeyde mesul işte çalışmıştır. Sen Nigar anımın “Ala gözlüm senden ayrı geceler”…şiirini ezbere söyledin. Bu şiirin sözlerine bestelenmiş şarkını da sevdiğini dile getridin…
            Çok değerli İsa Hocam… Azerbaycan’daki günler kuş gibi uçup gitti. Ayrılık demi geldi… Seni ve dostlarını Azerbaycan Hava Limanına getirdik… Yolboyu dönüp senden uzaklaşana, ama senden ayrılmak istemeyen Bakı’ya bakıyordun. Bunu sadece ben his ediyordum, çünkü biliyordum ki, Bakı’nı çok seviyorsun, ondan ayrılmak istemiyorsun. Ona göre sakince kulağına fısıldadım:-üzülme, Hocam, inşallah, yine geleceksin. Ne Bakı sana doydu, ne sen ona… Şimdi yeniden size diyorum:-Değerli İsa Hocam! Bakı, Bakı’daki kardeşleriniz, dostlarınız sizi çok özlemiş. Zamanınız olduğu zaman kısa bir kaçamak yapın Bakı’ya… Dostlarınız intizarda koymayın. Sizi seven Bakı’yı, sizi özlemiş Hazar’ı bir de ziyaret edin…Ben bu defa korkumdan Hazar’ın kıyısına gedmedim, çünkü Hazar Sizi getirmeği benden rica etmişti, ben ise sizsiz gedmiştim, mahcup idim hazar’ın yanında.. Hazar hep rüzgârlarını gönderdi yanıma, hep kulağıma: -Hazar İsa Beyi bekliyor –dediler. Ben bunu size iletiri, haberiniz olsun. Hazar’ı, Azerbaycan’ı üzmeyin..Azerbaycan sizi bekliyor, İsa Hocam…
            ***
KONUK YAZAR:
Prof. Dr. Tamilla Aliyeva Abbashanlı başardıklarıyla Türk Dünyasına güzel bir örnek
Prof. Dr. Müzeyyen BUTTANRI
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
2013 yılının Mart ayında, senelerce hasretle beklediği Profesör unvanı Osmangazi Üniversitesinden aldı. Heyecandan, sevinçten gözyaşlarıma hâkim olamadı. Bir zamanlar Türkiye’ye çalışmaya gideceğini, vatandaş olacağını ve orada Profesör unvanı alacağını düşünemezdi bile. Ama hayatta her zaman mucizeler oluyor. Bu defa da mucize onun kapısını çaldı. Ne güzeldir mucizelerle karşılaşmak. Profesör unvanını aldığı gün, birden bire dönüp geri baktı, bugüne kadar yaşadığı hayat bir sinema şeridi gibi gözlerim önünde serilmeye başladı. O şeritten ona 2 yaşında küçük bir kız gülümsüyordu. Ne kadar gülümsese de o küçücük yavrunun gözünde büyük keder vardı. Çünkü o kız annesinin nereye gittiğini bilmiyordu. Annesi ise onun gezdiği toprağın altında derin uykuya dalmıştı. Baba da ortalıkta yoktu, ailesinin yerle yeksan olduğunu gördükten sonra başını alıp Rusya’ya gitmişti. Bu dertler çocuğa azmış gibi bir de onun için kavgalar ediliyordu. Annesinin ailesiyle babasının ailesi bu çocuğu sahiplenmek için kavga yapıyorlardı. Babaannesi ve amcası defalarca sokakta arkadaşlarıyla oynayan çocuğu alıp kaçırmıştı…
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Çocuk okula başladı. 4. sınıfa kadar dersleri hiç iyi değildi. Ne olduysa 5. sınıfta oldu. Birden bire okul birincisi oldu ve bu şevkle öğretim hayatı sonuna kadar böyle devam etti. 17 yaşında son sınıftaydı. Aylardan Şubat idi. Her taraf bembeyaz karla örtülmüştü. Neredeyse okula gitmek imkânsızdı. Ama o bir gün bile okuldan kalmamıştı. O gün de okuldaydı ki dersler henüz bitmeden onu eve getirdiler. Herkes onlarda idi. Kadınlar ağlaşıyordu. Şaşırıp kalmıştı. Bir kadın ağlayarak “Ah, yazık kız, baban da gitti, yetim kaldın…” Bir an dünya onun başına yıkıldı. “Şimdi bana yetim mi diyecekler? Hayır!” Uzaktaydı babası. Yardım etmiyordu, arayıp sormuyordu ama hayatta idi, o zaman yetim değildi, şimdi ise…
O sene üniversite sınavını kazanamadı. Ama okuyacak, hayatını kurtaracaktı. Yoksa hayat acımasızdı ve ayakları üstünde durması gerekirdi. İkinci sene kazandı üniversiteyi. İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon Bölümü’nde okuyordu. Kendi yağıyla kavruldu, Radyo ve televizyon için programlar hazırlıyor, iyi para alıyordu, aynı zamanda onu büyüten, ona annelik yapan teyzesine de para gönderiyordu.
Beş sene süren öğrencilik yılları kuş gibi uçup gitti. Son sınıfta nişanlandı, üniversite biter bitmez de evlilik… Bir seneden sonra ilk bebek… Bir taraftan iş arıyor, bir taraftan da radyo ve televizyonda yine program yapıyor, para kazanıyordu. Bir gün yolda Dekanına rastladı. Dekanın ilk sözü “Çalışıyor musun?” oldu. “Hayır, iş bulamadım.” deyince, “Bir elemanımız doğum iznindedir, bir yıl sonra gelecek. İstersen onun yerinde çalış.” dedi. Buna çok sevindi. Bir yıl çalıştı ama işin sahibi bir yıl sonra gelince yine işsiz kaldı. Ama bu sefer de Filoloji Fakültesi’ne geçti. 1987’ye kadar orada çalıştı. 1987 yılında “Batı Avrupa, Amerika ve Avustralya Edebiyatları” (10.01.05) ve “Azerbaycan Edebiyatı” (10.01.03) branşları üzerine “Azerbaycan -Amerika Edebi İlişkileri” konusunda hazırladığı doktorasını 1992’de savundu. Doktorasını savunurken Azerbaycan’da Amerikan edebiyatı üzerine çalışan profesör olmadığı için Jüriye Gürcistan Cumhuriyeti’nden iki profesör davet edildi: Maya Natadze, Davit Laşkaradze.
Doktorasını savunduktan sonra yardımcı doçent kadrosuna atandı, 1996 yılında Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı ve Atatürk Kültür Merkezi’nin düzenlediği uluslararası bilgi şölenine katıldı. Türkiye’yi, Karadeniz sahillerini çok merak ediyordu. Bu yüzden Ankara’ya uçak biletini Trabzon üzerinden aldı. Karadeniz’in çılgın dalgalarını seyrede seyrede Ankara’ya geldi. Sabah saat 10.00’da bilgi şöleni başlamıştı ama içi içine sığmıyor, hayal bile edemediği bir konumda şölene davet ediliyordu. Çok konuşkan, sıcakkanlı idi. Herkes ile tanışıyor, kendisini onlara tanıtıyordu. Kültür Bakanı Oktay Agâh Bey ile tanıştı, onunla resim çektirdi. Sempozyumda sunacağı bildiri, Amerika Kızılderililerinin eski Türkler olduğu konusundaydı. Heyecanlı, sempatik Azeri lehçesiyle yaptığı konuşma sonunda ilgi gördü. Hatta birkaç üniversitenin yöneticilerinden “Bizimle çalışmaz mısınız?” diye teklif bile almıştı. Bunu hiç düşünmemişti ama “Neden olmasın!” diye aklının bir köşesine de kaydetmeyi unutmadı.
Azerbaycan’a döndü ama içi içine sığmıyor, bu konuyu düşünmeden edemiyordu. Sonunda Türkiye’de çalışmasının çocuklarının eğitim masraflarını hafifleteceğini, ailesinin daha iyi şartlarda yaşaması gerektiğini düşününce kararını verdi. Konuyu ailesine açtı. Konuşuldu, tartışıldı. Bakü Üniversitesi’ndeki yerini de kaybetmek istemiyordu. Gerekli bilgileri aldı ve müracaat başvurusunu Türkiye’deki iki üniversiteye yaptı: Zonguldak ve Osmangazi Üniversitesi. Her gün buralardan bir haber gelmesini bekliyor, günlerin, ayların nasıl geçtiğini bilmiyordu. Nihayet Osmangazi’den haber geldi. Çalışmalarını göndermesini istiyorlardı. Uçuyordu mutluluktan. Hazırlıklarını yapıp dosyasını gönderdi. Nihayet beklediği o güzel haber, 1998 yılının Aralık ayında geldi ve 21 Aralıkta, Osmangazi Üniversitesinde yeni açılmış Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde işe başladı.
2002’nin Eylülünde Azerbaycan’a geri döndü. 4 senedir Karabağ’da askerlik yapan oğlu dönmüştü askerden. Onu evlendirdi. Dört ay sonra da küçük oğlu dünya evine girdi. Türkiye’de kazandıkları yetmediyse de biraz da ata yadigârı bir şeyler satılmış, iki çocuğunu da sahiplerine teslim etmişti. Beyi alışmıştı yalnız kalmaya. Çünkü onun geçimini de temin işini üzerine almıştı. Ancak duramıyordu artık Azerbaycan’da. Tekrar Türkiye’ye dönmek istiyor, sık sık “İki devlet tek millet!..” dediği, Azerbaycan’dan sonra ikinci vatan bildiği Türkiye’nin özlemiyle yanıyordu.
İki sene Azerbaycan’da kaldı ama bir an bile Bakü’den sonra ikinci şehri olarak bildiği Eskişehir’i, OĞÜ’yü unutamadı. Hep rüyalarında çalıştığı bölüme geliyor, gözyaşı içinde uyanıyordu. Türkiye’nin karasevdalısı olmuştu. Eskişehir’deki dostlarına mektuplar yazıyor, mailler gönderiyor, hasret cümleleri yazılarından taşıp dökülüyordu. Bir gün hasretini sayfalara döküp Eskişehir’deki “Sakarya” gazetesine gönderdi. Orada yazıyı okuyanlar ona mektuplar yazmaya başladılar.
Yeniden OGÜ’ de işe başlamak istiyordu. Bazı olumsuzluklar olmuş ise de pes etmiyordu. Sonunda hayallerine 2004 Temmuzunda kavuştu. Böylece Eskişehir hasreti de bitmiş oldu. 2009 Ocağına kadar yine Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışmasını sürdürdü. Bu tarihten sonra Azerbaycan’a kesin bir dönüş yaptı. Bakü Üniversitesi onu geri çağırıyordu. Birkaç ay sakince idare ettiyse de baharla birlikte yeniden Eskişehir sevdası düştü gönlüne. Leylaklar açmıştı. Onları seyrettikçe kafası karışıyor, Necla Özdemir Salonu’nun yanındaki bahçedeki leylakları hatırlıyordu. Sevdası yeniden depreşmişti. Bakü’de duramıyor, gündüzleri geçiyorsa da geceleri Eskişehir sokaklarında, üniversite bahçelerinde dolaşıyordu. “Ben onlarsız kalamam!..” dedi ve atladığı gibi uçağa yeniden Eskişehir’e geldi. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yönetim değişmiş, yeni yönetim: “Size ihtiyacımız yok.” demişti. Büyük hayal kırıklığına uğradı. Bu çılgınca aşkının karşılığı, “Size ihtiyaç yok!” idi. Şehirde pek çok dostu vardı. Herkes onun için bir şeyler yapmak istiyor, onun yeniden Eskişehir’de çalışması için teşebbüse geçiyordu. Müracaatını “Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü”ne yaptı. Sonunda kabul edildiği haberini aldı. Dünyaya yeniden gelmiş gibiydi. 1 Ekimde Bakü-Ankara uçağına atladığı gibi Ankara’ya indi. Anadolu toprağına bastığı gibi toprağı kokladı, öptü, başının üzerine koydu. Eskişehir’e gelmek üzere otobüse bindiğinde içi içine sığmıyor, yol bitmek bilmiyordu. Şehrin girişinde gözyaşları Nisan yağmuruna döndü, ağladı, ağladı…
Sağ olsun senelerce evlerinde tuz-ekmek paylaştığı dostları onu otogarda karşıladılar. Onu kendisi için hazırladıkları eve getirdiler. İlk işi balkona çıkıp Eskişehir’e seslenmek oldu: “Canım Eskişehir’im, ikinci vatanım benim!.. Canım sana feda!.. Çok özledim seni! Artık burada mesken salacağım; sensiz kalamıyorum!..” Bir daha ayrılmayacağına dair içinden yeminler etmişti. Öyle de oldu. 2012’de Türk vatandaşlığına geçti. Bütün diplomalarını YÖK’e onaylatıp Türkiye’den denkliklerini aldı.
Ne zaman Azerbaycan’a gitse, oradaki üniversite arkadaşları, biraz da kıskançlıkla “Gittin Türkiye’ye, oralarda para kazandın ama profesör olamadın.” dedikçe, içi yanıyordu. “Acaba burada nasıl Profesör olabilirim?” diye soruşturmaya başladı. Aslında Türk vatandaşlığına geçince yabancılar kadrosunda çalıştığı için ona yeni bir kadro gerekti. “Bu üniversite bana yeni bir kadro verir mi?” diye düşünürken cesaretini toplayıp 2012’nin Aralık ayında rektörünün yanına gitti. Olmaz denirse başka bir üniversiteye gidecekti ama gönlü buradan ayrılmak istemiyordu. Nelerle mücadele etmişti. Adeta kaderini zorla değiştirmek için onunla baş başa mücadele etmiş, pek çok badireler atlatmıştı. Ömrü iş bulmak, çalışmak, para kazanıp ailesine doğru dürüst bir hayat sunmak için geçmişti. Bu arada onur mücadelesi de veriyordu. Rektörle konuşması çok iyi geçmişti. Büyük minnet duyuyordu ona. On küsur yıldır bu üniversitede çalışıyor, on beş senedir doçent kadrosunda bulunuyordu. Yere göğe sığamıyordu. Kimseye bir şey söylemese de her akademik kadroda bulunan kişi gibi onun da son hedefi Profesör olmaktı. Sevinçten ne yapacağını bilmiyor, dosyalarını hazırlamak için büyük bir heyecan duyuyor, kimden yardım alacağını bilemiyordu. Dostları da o günlerde yurt dışındaydılar. Kadro ilânını 18 Aralık 2013’te gazetede görünce sevinçten bayılacak gibi oldu. Bazı olumsuzluklar yaşadıysa da sonunda dosyalar Rektörlüğe, oradan jürilere gitmişti. İnanamıyordu hâlâ olanlara. Bütün hayatı, dostları, dost bildikleri, gerçek dostlar, sevenleri ve sevmeyenleri birer birer gözünden geçiyor, jürilerden raporlar gelinceye kadar gecesi gündüzü birbirine karışıyordu. Rüyada gibiydi. Herkes ile iyi geçinirdi, herkese dostça davranıyordu ama ne olmuştu bu insanlara. Onun profesör olması niye bazılarına iyi gelmiyordu. Aslında o herkesin güzel anlarını paylaşmıştı dostça. Demek ki insanın altmış yaşında da öğrenecekleri vardı. Bu durumu Azerbaycan’daki arkadaşlarının onu eleştiren sözlerine de bir yanıt olacaktı. Yine de doğrunun yardımcısı Allah’tı. Gerçek dostlar, hak bilir yöneticiler vardı.
Mart ayının 6’sında Üniversite Yönetim Kurulu ona Profesör unvanı verdi, 13 Martta Mardin’e Nevruz paneline katılacağı için cübbe giyme töreni 20 Mart’a ertelendi. 20 Mart onun hayat defterine altın harflerle yazıldı. Dünyaca ünlü sanatçı, Türk halkının çok sevdiği insan Zeynep Hanlarova bir şarkısında: “Dünyanın hoşbahtı benim dünyada” diyor. O gün var gücüyle bütün Anadolu’ya, oradan Azerbaycan’a, Eskişehir’e, ESOGÜ’ deki herkese, bütün insanlara, “Ben emeğimin karşılığını aldım, Profesör oldum.” demek istiyordu ve yaptı da. Herkese “Uçmağa kanadım yok!” diyordu.
Evet, üç ülkeden üç diploma almıştı, üçünü de alnının akıyla aldı. Hiç kimsesi yoktu, orta yerde onun bunun elinde büyümüş, sonunda bütün arzularına kavuşmuştu. Doktora diplomasını Moskova’dan, Doçentlik diplomasını özgürlüğünü henüz kazanmış özgür ülkesi Azerbaycan “Ali Attestasiya Komisyonu”ndan, Profesörlük diplomasını 13 yaşından beri görmek istediği, sadece rüyalarında gördüğü, hayallerinde gezip-dolandığı güzel Anadolu’dan, Türkiye’den ve 1998’den beri ona kucak açan, dertlerine sevinip kederine ağlayan canı kadar sevdiği Eskişehir Osmangazi Üniversitesinden aldı. O hep şu sözleri fırsat buldukça tekrarlıyor: “Üçüncü diplomam en aziz diplomam. Seni seviyorum üniversitem! Sana çok borçluyum ESOGÜ! Sana minnettarım…”
Prof. Dr. Tamilla ALİYEVA, ilginç yaşamında başardıklarını, Türk dünyasına güzel bir örnek olarak sunuyor, yeni unvanının sağlıklı ve uzun bir yaşamda hayrını görmeni diliyoruz.

Hiç yorum yok: