KONUK YAZAR:
AZERBAYCAN SİZİ ÇOK ÖZLEMİŞ, İSA HOCAM…
Prof. Dr. Tamilla Abbashanlı
Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi, Öğretim Üyesi
Çok değerli İsa Hocam! Burdur’un Saz ve
Söz Ustaları–2 kitabınızı elime aldım, okumaya başladım, yazı yazacaktım, ama
birden dedim ki, bu günlerde Azerbaycan’da Bakı’da Kafkas Üniversitesinde
düzenlenen “Türk dünyasını
Işıklandıranlar –Mehmet Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit” toplantısına gedmiştim,
orada her kes sizi sordu, neden onları unuttuğunuzu Bakı’ya gedmediğinizi
söylediler. Ben de Size sormadan:-Mutlaka gelecektir-dedim.
Değerli Hocam! Bakı’da nereye geddimse Siz
de benimle idiniz. Her yerde sizi gördüm, sözlerinizi hatırladım. Hatırlıyor
musunuz, 2003’ün güzel bir Haziran günü idi. Elçin muallim, onun güzel kızları
Ayşen ve Aydan’la H.Aliyev adına Hava Limanında Sizi karşıladık. Elçin muallim
Sizlere takdim etmek için kızların kucağını çiçekle doldurmuştu. Heyecanla
uçaktan indiniz, karşıladık Sizi, kızlar gülleri size takdim ettiler, heyecanla
aldınız, kokladınız, gözlerinizden iki damla yaş aktı çiçeklerin üzerin,
dudakların titreye titreye:- Çok şükür, Allah’ım. Azerbaycan’ı görmek, onun
çiçeklerini, güllerini koklamağı bana nasip ettin. Şükürler olsun… Ömür boyu bu
günü bekledim, annem- babam, akrabalarım bu günü arzuladılar, hep Azerbaycan’da
kan kardeşlerimiz var, onları görmek istiyoruz-dediler, arzuları yüreklerinde
fani dünyaya “elveda” dediler. Şükür Allah’ım bana nasip ettin…
Senin sözlerin hepimiz duygulandırdı, her
kesin sözü boğazında düğümlendi, kaldı… Böyle hazin duygular içinde arabalara
bindik. Her yanı dört gözle seyir ediyordun… Az kala Elçin Beye deyecektin ki,
arabayı durdur, inim toprağı öpüyüm. Zaten Elçin Beyin evine ulaştığımızda
sakin bahçenin içine gittin, çiçeklerin dibinden toprak aldın, öptün, en
değerli, en kıymetli mücevher gibi yeniden yerine koydun… O zaman bir daha
inandım ki, İsa Hocam Azerbaycan’ın vurgunudur, Azerbaycan fedaisi, Azerbaycan
sevdalısıdır.
Gittiğimiz
günün sabahı Fahri Hıyabana gittik, oradan Azerbaycan şehitliğine, oradan Nuru
Paşanın askerlerinin simvolik mezarlarını ziyaret ettik. Bir gözünüz gülüyordu,
Azerbaycan’a gelmiştin, Karabag şehitleri, 20 Ocak şehitleri ve Nuru Paşanın
ordusunda şehit olanları – kardeşleri kucag kucağa uyuyan gördüğün için,
Azerbaycan’a geldiğin için, onların ölmez ruhunu sevindirdiğin için bir gözün
gülüyordu. Fahri Hıyabanda Azerbaycan’ın ünlü insanlarının mezarlarını ziyaret
ettin, heykellerinin önünde susup durdun. Dilinde bu sözler süzüldü:-gerçekten
Azerbaycan’a sanata, sanatkâra değer verilir.
Azerbaycan azatlık mücahidi
Ebülfez Elçi Beyin, Azerbaycan’ın tanınmış siyasi hadimi H.Aliyev’in
mezarlarını ziyaret ettin, mezarların üzerin güller bıraktın…
Azerbaycan Yazarlar Birliğindeki
konuşmanızı unuta bilmiyorum Hocam… Her kes seni dinlemek yok, sözlerini su
gibi içiyordular. Azerbaycan Türkiye kardeşliği hakkında ne güzel sözler
söyledin. Her kes duygulandı. Televizyoncular, gazeteciler, dergilerde
çalışanlar etrafınızı tuttular, sorgular, sualler… hiç bitmedi… Size fahri
doktora, fahri profesör unvanı verilecekti… Ne kadar insan sizi kutlamaya
geldi. Tebrik için size takdim olunan çiçekler, güller salonu gül bahçesine
gönderdi… Sizin hakkınızda ne güzel konuşmalar yaptılar. “Vektör” Uluslar arası
Bilim Merkezinin başkanı Prof.Dr.E.İsgenderzade, Asya Üniversitesinin rektörü
Prof.Dr.C.Nagıyev, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkan yardımcısı R.Macit,
“Mehseti” dergisinin başyazarı, “Mehseti” Şairler meclisi Başkanı
Doç.Dr.F.Leman, Bakı Devlet Üniversitesinin muallimi Doç.Dr.T.Abbashanlı, Nail
Tan, H.İvgin, “Kitap Evi” İçtimai Birliği Başkanı Doç.Dr.S.Ahmetli, “Yada
Düştü” dergisinin başyazarı N.Memmetli ve başkaları…Onlar o kadar çok
ki…Konuşmayanlar üzüldüler, size yaklaşıp yürek sözlerini ilettiler…
Sabahı gün Azerbaycan’ın eski başkenti
güzel diyar Gence’ye gittik…Nizami Gencevi’nin ölmez ruhu Gence’de bizi
bekliyordu..Trenden iner-inmez dünyaca ünlü, Türk dünyasının büyük şairi
N.Gencevi’nin makberesini ziyaret ettik. Bakı’dan getirdiğimiz taze karanfilleri
mezarın üstüne koydun ve dedin:-Ulu şair, ziyaretine geç geldik, ama onu bil
ki, bir gün bile seni unutmadık, hep eserlerini okuduk, hep bura geleceğimiz
günü düşünerek yaşadık. Şükürler olsun… Oradan Azerbaycan’ın en güzel gölü Gök
göle gittik, Gence nehrinin kenarında yemek yedik. Oradan Karabag şehitlerinin
mezarlarını ziyaret ettik. Defterin, kalemin elinden düşmedi. Hep notlar aldın,
mezarların üstünü okudun, ağıtları yazdın…Sonra onları bir bir bana okudun,
yine gözlerinde yaş damlaları..Üzüldün o gencecik canlara…Vatan toprağını al
kanlarıyla suvaran yiğitlere üzüldün:
Azizim, soymayın,
Cellât derim soymayın,
Vatan deyip ölüyorum,
Beni mezara koymayın…
Azizim, diken oldu,
Diken de söken oldu.
Düğün elbisesi istedim,
Kefene büken oldu…
Bu ağıtlarda ne kadar derin
felsefi anlam olduğu hakkında konuştun.
Gence’nin en ünlü parklarından
birinde Azerbaycan’ın ünlü kadın şairi Nigar Refibeyli’nin heykeline güller
koyduk, onun esrelerinden sohbet açtık. Nigar Beyin ailesinin üyeleri ilk
demokratik (1918 yılında) Azerbaycan Cumhuriyeti döneminde üst düzeyde mesul
işte çalışmıştır. Sen Nigar anımın “Ala gözlüm senden ayrı geceler”…şiirini
ezbere söyledin. Bu şiirin sözlerine bestelenmiş şarkını da sevdiğini dile
getridin…
Çok değerli İsa Hocam… Azerbaycan’daki
günler kuş gibi uçup gitti. Ayrılık demi geldi… Seni ve dostlarını Azerbaycan
Hava Limanına getirdik… Yolboyu dönüp senden uzaklaşana, ama senden ayrılmak
istemeyen Bakı’ya bakıyordun. Bunu sadece ben his ediyordum, çünkü biliyordum
ki, Bakı’nı çok seviyorsun, ondan ayrılmak istemiyorsun. Ona göre sakince
kulağına fısıldadım:-üzülme, Hocam, inşallah, yine geleceksin. Ne Bakı sana
doydu, ne sen ona… Şimdi yeniden size diyorum:-Değerli İsa Hocam! Bakı,
Bakı’daki kardeşleriniz, dostlarınız sizi çok özlemiş. Zamanınız olduğu zaman
kısa bir kaçamak yapın Bakı’ya… Dostlarınız intizarda koymayın. Sizi seven
Bakı’yı, sizi özlemiş Hazar’ı bir de ziyaret edin…Ben bu defa korkumdan
Hazar’ın kıyısına gedmedim, çünkü Hazar Sizi getirmeği benden rica etmişti, ben
ise sizsiz gedmiştim, mahcup idim hazar’ın yanında.. Hazar hep rüzgârlarını
gönderdi yanıma, hep kulağıma: -Hazar İsa Beyi bekliyor –dediler. Ben bunu size
iletiri, haberiniz olsun. Hazar’ı, Azerbaycan’ı üzmeyin..Azerbaycan sizi
bekliyor, İsa Hocam…
***
KONUK YAZAR:
Prof. Dr. Tamilla Aliyeva Abbashanlı başardıklarıyla Türk Dünyasına güzel bir örnek
Prof. Dr. Müzeyyen BUTTANRI
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
2013 yılının Mart ayında,
senelerce hasretle beklediği Profesör unvanı Osmangazi Üniversitesinden aldı.
Heyecandan, sevinçten gözyaşlarıma hâkim olamadı. Bir zamanlar Türkiye’ye
çalışmaya gideceğini, vatandaş olacağını ve orada Profesör unvanı alacağını
düşünemezdi bile. Ama hayatta her zaman mucizeler oluyor. Bu defa da mucize
onun kapısını çaldı. Ne güzeldir mucizelerle karşılaşmak. Profesör unvanını
aldığı gün, birden bire dönüp geri baktı, bugüne kadar yaşadığı hayat bir
sinema şeridi gibi gözlerim önünde serilmeye başladı. O şeritten ona 2 yaşında
küçük bir kız gülümsüyordu. Ne kadar gülümsese de o küçücük yavrunun gözünde
büyük keder vardı. Çünkü o kız annesinin nereye gittiğini bilmiyordu. Annesi
ise onun gezdiği toprağın altında derin uykuya dalmıştı. Baba da ortalıkta
yoktu, ailesinin yerle yeksan olduğunu gördükten sonra başını alıp Rusya’ya
gitmişti. Bu dertler çocuğa azmış gibi bir de onun için kavgalar ediliyordu.
Annesinin ailesiyle babasının ailesi bu çocuğu sahiplenmek için kavga
yapıyorlardı. Babaannesi ve amcası defalarca sokakta arkadaşlarıyla oynayan
çocuğu alıp kaçırmıştı…
Günler ayları, aylar yılları
kovaladı. Çocuk okula başladı. 4. sınıfa kadar dersleri hiç iyi değildi. Ne
olduysa 5. sınıfta oldu. Birden bire okul birincisi oldu ve bu şevkle öğretim
hayatı sonuna kadar böyle devam etti. 17 yaşında son sınıftaydı. Aylardan Şubat
idi. Her taraf bembeyaz karla örtülmüştü. Neredeyse okula gitmek imkânsızdı.
Ama o bir gün bile okuldan kalmamıştı. O gün de okuldaydı ki dersler henüz
bitmeden onu eve getirdiler. Herkes onlarda idi. Kadınlar ağlaşıyordu. Şaşırıp
kalmıştı. Bir kadın ağlayarak “Ah, yazık kız, baban da gitti, yetim kaldın…”
Bir an dünya onun başına yıkıldı. “Şimdi bana yetim mi diyecekler? Hayır!”
Uzaktaydı babası. Yardım etmiyordu, arayıp sormuyordu ama hayatta idi, o zaman
yetim değildi, şimdi ise…
O sene üniversite sınavını
kazanamadı. Ama okuyacak, hayatını kurtaracaktı. Yoksa hayat acımasızdı ve
ayakları üstünde durması gerekirdi. İkinci sene kazandı üniversiteyi. İletişim
Fakültesi, Radyo-Televizyon Bölümü’nde okuyordu. Kendi yağıyla kavruldu, Radyo
ve televizyon için programlar hazırlıyor, iyi para alıyordu, aynı zamanda onu
büyüten, ona annelik yapan teyzesine de para gönderiyordu.
Beş sene süren öğrencilik yılları
kuş gibi uçup gitti. Son sınıfta nişanlandı, üniversite biter bitmez de
evlilik… Bir seneden sonra ilk bebek… Bir taraftan iş arıyor, bir taraftan da
radyo ve televizyonda yine program yapıyor, para kazanıyordu. Bir gün yolda
Dekanına rastladı. Dekanın ilk sözü “Çalışıyor musun?” oldu. “Hayır, iş bulamadım.”
deyince, “Bir elemanımız doğum iznindedir, bir yıl sonra gelecek. İstersen onun
yerinde çalış.” dedi. Buna çok sevindi. Bir yıl çalıştı ama işin sahibi bir yıl
sonra gelince yine işsiz kaldı. Ama bu sefer de Filoloji Fakültesi’ne geçti.
1987’ye kadar orada çalıştı. 1987 yılında “Batı Avrupa, Amerika ve Avustralya
Edebiyatları” (10.01.05) ve “Azerbaycan Edebiyatı” (10.01.03) branşları üzerine
“Azerbaycan -Amerika Edebi İlişkileri” konusunda hazırladığı doktorasını
1992’de savundu. Doktorasını savunurken Azerbaycan’da Amerikan edebiyatı
üzerine çalışan profesör olmadığı için Jüriye Gürcistan Cumhuriyeti’nden iki
profesör davet edildi: Maya Natadze, Davit Laşkaradze.
Doktorasını savunduktan sonra
yardımcı doçent kadrosuna atandı, 1996 yılında Türkiye Cumhuriyeti Kültür
Bakanlığı ve Atatürk Kültür Merkezi’nin düzenlediği uluslararası bilgi şölenine
katıldı. Türkiye’yi, Karadeniz sahillerini çok merak ediyordu. Bu yüzden
Ankara’ya uçak biletini Trabzon üzerinden aldı. Karadeniz’in çılgın dalgalarını
seyrede seyrede Ankara’ya geldi. Sabah saat 10.00’da bilgi şöleni başlamıştı
ama içi içine sığmıyor, hayal bile edemediği bir konumda şölene davet
ediliyordu. Çok konuşkan, sıcakkanlı idi. Herkes ile tanışıyor, kendisini
onlara tanıtıyordu. Kültür Bakanı Oktay Agâh Bey ile tanıştı, onunla resim
çektirdi. Sempozyumda sunacağı bildiri, Amerika Kızılderililerinin eski Türkler
olduğu konusundaydı. Heyecanlı, sempatik Azeri lehçesiyle yaptığı konuşma
sonunda ilgi gördü. Hatta birkaç üniversitenin yöneticilerinden “Bizimle
çalışmaz mısınız?” diye teklif bile almıştı. Bunu hiç düşünmemişti ama “Neden
olmasın!” diye aklının bir köşesine de kaydetmeyi unutmadı.
Azerbaycan’a döndü ama içi içine
sığmıyor, bu konuyu düşünmeden edemiyordu. Sonunda Türkiye’de çalışmasının çocuklarının
eğitim masraflarını hafifleteceğini, ailesinin daha iyi şartlarda yaşaması
gerektiğini düşününce kararını verdi. Konuyu ailesine açtı. Konuşuldu,
tartışıldı. Bakü Üniversitesi’ndeki yerini de kaybetmek istemiyordu. Gerekli
bilgileri aldı ve müracaat başvurusunu Türkiye’deki iki üniversiteye yaptı:
Zonguldak ve Osmangazi Üniversitesi. Her gün buralardan bir haber gelmesini
bekliyor, günlerin, ayların nasıl geçtiğini bilmiyordu. Nihayet Osmangazi’den
haber geldi. Çalışmalarını göndermesini istiyorlardı. Uçuyordu mutluluktan.
Hazırlıklarını yapıp dosyasını gönderdi. Nihayet beklediği o güzel haber, 1998
yılının Aralık ayında geldi ve 21 Aralıkta, Osmangazi Üniversitesinde yeni
açılmış Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde işe başladı.
2002’nin Eylülünde Azerbaycan’a
geri döndü. 4 senedir Karabağ’da askerlik yapan oğlu dönmüştü askerden. Onu
evlendirdi. Dört ay sonra da küçük oğlu dünya evine girdi. Türkiye’de
kazandıkları yetmediyse de biraz da ata yadigârı bir şeyler satılmış, iki
çocuğunu da sahiplerine teslim etmişti. Beyi alışmıştı yalnız kalmaya. Çünkü
onun geçimini de temin işini üzerine almıştı. Ancak duramıyordu artık
Azerbaycan’da. Tekrar Türkiye’ye dönmek istiyor, sık sık “İki devlet tek
millet!..” dediği, Azerbaycan’dan sonra ikinci vatan bildiği Türkiye’nin
özlemiyle yanıyordu.
İki sene Azerbaycan’da kaldı ama
bir an bile Bakü’den sonra ikinci şehri olarak bildiği Eskişehir’i, OĞÜ’yü
unutamadı. Hep rüyalarında çalıştığı bölüme geliyor, gözyaşı içinde uyanıyordu.
Türkiye’nin karasevdalısı olmuştu. Eskişehir’deki dostlarına mektuplar yazıyor,
mailler gönderiyor, hasret cümleleri yazılarından taşıp dökülüyordu. Bir gün
hasretini sayfalara döküp Eskişehir’deki “Sakarya” gazetesine gönderdi. Orada
yazıyı okuyanlar ona mektuplar yazmaya başladılar.
Yeniden OGÜ’ de işe başlamak
istiyordu. Bazı olumsuzluklar olmuş ise de pes etmiyordu. Sonunda hayallerine
2004 Temmuzunda kavuştu. Böylece Eskişehir hasreti de bitmiş oldu. 2009 Ocağına
kadar yine Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışmasını sürdürdü. Bu tarihten
sonra Azerbaycan’a kesin bir dönüş yaptı. Bakü Üniversitesi onu geri
çağırıyordu. Birkaç ay sakince idare ettiyse de baharla birlikte yeniden
Eskişehir sevdası düştü gönlüne. Leylaklar açmıştı. Onları seyrettikçe kafası
karışıyor, Necla Özdemir Salonu’nun yanındaki bahçedeki leylakları
hatırlıyordu. Sevdası yeniden depreşmişti. Bakü’de duramıyor, gündüzleri
geçiyorsa da geceleri Eskişehir sokaklarında, üniversite bahçelerinde
dolaşıyordu. “Ben onlarsız kalamam!..” dedi ve atladığı gibi uçağa yeniden
Eskişehir’e geldi. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yönetim değişmiş, yeni
yönetim: “Size ihtiyacımız yok.” demişti. Büyük hayal kırıklığına uğradı. Bu
çılgınca aşkının karşılığı, “Size ihtiyaç yok!” idi. Şehirde pek çok dostu
vardı. Herkes onun için bir şeyler yapmak istiyor, onun yeniden Eskişehir’de
çalışması için teşebbüse geçiyordu. Müracaatını “Karşılaştırmalı Edebiyat
Bölümü”ne yaptı. Sonunda kabul edildiği haberini aldı. Dünyaya yeniden gelmiş
gibiydi. 1 Ekimde Bakü-Ankara uçağına atladığı gibi Ankara’ya indi. Anadolu
toprağına bastığı gibi toprağı kokladı, öptü, başının üzerine koydu.
Eskişehir’e gelmek üzere otobüse bindiğinde içi içine sığmıyor, yol bitmek
bilmiyordu. Şehrin girişinde gözyaşları Nisan yağmuruna döndü, ağladı, ağladı…
Sağ olsun senelerce evlerinde
tuz-ekmek paylaştığı dostları onu otogarda karşıladılar. Onu kendisi için
hazırladıkları eve getirdiler. İlk işi balkona çıkıp Eskişehir’e seslenmek
oldu: “Canım Eskişehir’im, ikinci vatanım benim!.. Canım sana feda!.. Çok
özledim seni! Artık burada mesken salacağım; sensiz kalamıyorum!..” Bir daha
ayrılmayacağına dair içinden yeminler etmişti. Öyle de oldu. 2012’de Türk
vatandaşlığına geçti. Bütün diplomalarını YÖK’e onaylatıp Türkiye’den
denkliklerini aldı.
Ne zaman Azerbaycan’a gitse,
oradaki üniversite arkadaşları, biraz da kıskançlıkla “Gittin Türkiye’ye,
oralarda para kazandın ama profesör olamadın.” dedikçe, içi yanıyordu. “Acaba
burada nasıl Profesör olabilirim?” diye soruşturmaya başladı. Aslında Türk
vatandaşlığına geçince yabancılar kadrosunda çalıştığı için ona yeni bir kadro
gerekti. “Bu üniversite bana yeni bir kadro verir mi?” diye düşünürken
cesaretini toplayıp 2012’nin Aralık ayında rektörünün yanına gitti. Olmaz
denirse başka bir üniversiteye gidecekti ama gönlü buradan ayrılmak
istemiyordu. Nelerle mücadele etmişti. Adeta kaderini zorla değiştirmek için
onunla baş başa mücadele etmiş, pek çok badireler atlatmıştı. Ömrü iş bulmak,
çalışmak, para kazanıp ailesine doğru dürüst bir hayat sunmak için geçmişti. Bu
arada onur mücadelesi de veriyordu. Rektörle konuşması çok iyi geçmişti. Büyük
minnet duyuyordu ona. On küsur yıldır bu üniversitede çalışıyor, on beş senedir
doçent kadrosunda bulunuyordu. Yere göğe sığamıyordu. Kimseye bir şey söylemese
de her akademik kadroda bulunan kişi gibi onun da son hedefi Profesör olmaktı.
Sevinçten ne yapacağını bilmiyor, dosyalarını hazırlamak için büyük bir heyecan
duyuyor, kimden yardım alacağını bilemiyordu. Dostları da o günlerde yurt
dışındaydılar. Kadro ilânını 18 Aralık 2013’te gazetede görünce sevinçten
bayılacak gibi oldu. Bazı olumsuzluklar yaşadıysa da sonunda dosyalar
Rektörlüğe, oradan jürilere gitmişti. İnanamıyordu hâlâ olanlara. Bütün hayatı,
dostları, dost bildikleri, gerçek dostlar, sevenleri ve sevmeyenleri birer
birer gözünden geçiyor, jürilerden raporlar gelinceye kadar gecesi gündüzü
birbirine karışıyordu. Rüyada gibiydi. Herkes ile iyi geçinirdi, herkese dostça
davranıyordu ama ne olmuştu bu insanlara. Onun profesör olması niye bazılarına
iyi gelmiyordu. Aslında o herkesin güzel anlarını paylaşmıştı dostça. Demek ki
insanın altmış yaşında da öğrenecekleri vardı. Bu durumu Azerbaycan’daki
arkadaşlarının onu eleştiren sözlerine de bir yanıt olacaktı. Yine de doğrunun
yardımcısı Allah’tı. Gerçek dostlar, hak bilir yöneticiler vardı.
Mart ayının 6’sında Üniversite
Yönetim Kurulu ona Profesör unvanı verdi, 13 Martta Mardin’e Nevruz paneline
katılacağı için cübbe giyme töreni 20 Mart’a ertelendi. 20 Mart onun hayat
defterine altın harflerle yazıldı. Dünyaca ünlü sanatçı, Türk halkının çok
sevdiği insan Zeynep Hanlarova bir şarkısında: “Dünyanın hoşbahtı benim
dünyada” diyor. O gün var gücüyle bütün Anadolu’ya, oradan Azerbaycan’a,
Eskişehir’e, ESOGÜ’ deki herkese, bütün insanlara, “Ben emeğimin karşılığını
aldım, Profesör oldum.” demek istiyordu ve yaptı da. Herkese “Uçmağa kanadım
yok!” diyordu.
Evet, üç ülkeden üç diploma
almıştı, üçünü de alnının akıyla aldı. Hiç kimsesi yoktu, orta yerde onun bunun
elinde büyümüş, sonunda bütün arzularına kavuşmuştu. Doktora diplomasını Moskova’dan,
Doçentlik diplomasını özgürlüğünü henüz kazanmış özgür ülkesi Azerbaycan “Ali
Attestasiya Komisyonu”ndan, Profesörlük diplomasını 13 yaşından beri görmek
istediği, sadece rüyalarında gördüğü, hayallerinde gezip-dolandığı güzel
Anadolu’dan, Türkiye’den ve 1998’den beri ona kucak açan, dertlerine sevinip
kederine ağlayan canı kadar sevdiği Eskişehir Osmangazi Üniversitesinden aldı.
O hep şu sözleri fırsat buldukça tekrarlıyor: “Üçüncü diplomam en aziz
diplomam. Seni seviyorum üniversitem! Sana çok borçluyum ESOGÜ! Sana
minnettarım…”
Prof. Dr. Tamilla ALİYEVA, ilginç
yaşamında başardıklarını, Türk dünyasına güzel bir örnek olarak sunuyor, yeni
unvanının sağlıklı ve uzun bir yaşamda hayrını görmeni diliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder